Günümüz Hollywood filmlerine, müzik kliplerine bakıp da Amerika'lıların obezite, kalın altın zincirler, bol aksiyon, zevksiz kıyafetler ve sadece ve sadece rahatlıktan ibaret olduğunu zannetmek hata olur. Bir zamanlar, 1950ler ve 1960larda, orada da klasik bir eleganlığın izlerini bulmak mümkün. Erkeklerin saçları kısa traşlı, güzelce taranmış, takım elbiseleri jilet gibi; kadınlar zarafetten çatlamak üzereler, kıyafetler ve saçlar yine şık, abartlılı değil. O günlerin şıklığı kendi kendine parıldıyor, bügünküler gibi burnumuzun dibine dibine sürülmeye çalışmıyor. Adamların aksanları bile 50 yılda felaket değişmiş. Eski filmlerde düzgün bir İngilizce duyar ve kulaklarınızın pasını atarken, şimdi argolarla bezeli yamuk yumuk İngilizceler geliyor ekranlardan kulaklarımıza.
All About Eve, 1950 yılına ait klasik bir Hollywood filmi. Konusu itibariyle bence hala da güncelliğini koruyor. Küçük ve elegan bir tiyatro topluluğunu konu alıyor film. Dört kişilik bu arkadaş grubunun başını ünlü ve yetenekli Margo Channing çekiyor. Yılların ünlü tiyatro divası, yeteneği tartışılmaz, bu yetenek ve şöhrete bağlı olarak bir parça ün tekeli kurmuş ve hafif bir şımarıklık yaşıyor. Sevgilisi Bill de yetenekli bir yönetmen, kendisinden yaşça küçük ve kısa süre içinde çalışmak için Hollywood'a gidiyor. En yakın arkadaşı Karen iyi niyetli bir ev hanımı ve onun kocası Lloyd da başarılı bir tiyatro yazarı, Margo'nun başrol oynadığı oyunların çoğunu o yazıyor.
Bu sükut içindeki grup, bir gün Karen'ın aylardır tiyatro binasının arka kapısında Margo'nun çıkışını gözleyen Eve'i içeri davet etmesiyle dağılmaya başlıyor. Eve başta kendini Margo'nun sadık ve mütevazı bir hayranı olarak tanıtıyor. Anlattığı hayat hikayesi hepsinin içini acıtıyor ve Eve'i aralarına alıyorlar yavaş yavaş. Onların arkadaşlığını fırsat bilen Eve de sinsi sinsi yanaşmayı sürdürüyor, Margo'nun asistanı oluyor ve evine yerleşiyor. Margo'nun tüm bağlantılarını, arkadaşlarını, hareketlerini ve hatta rolünün repliklerini bile ezberliyor ve fırsat kollamaya başlıyor. Bu arada Margo'nun çevresindekilere de ufak oyunlar oynayarak kendi yerini yapma konusunda adımlar atıyor. Ve bir gün onun bir oyunu sayesinde Margo ilk kez sahneye çıkamıyor ve rolü ezbere bilen Eve çıkıyor ve o gece ünlü oluyor. Kısa zamanda Margo gözden düşüyor ve Eve yükseliyor.
Eve'in gerçek yüzünü ve yalanlarını gören dörtlü ise dağılmaya son verip bir arada durmaya çalışıyor. Amma velakin Eve'in yükselişini durduramıyorlar ve seyirci kalmak zorunda kalıyorlar. Eve ödül aldığı bir gece evinde bir genç kız buluyor, ve filmin sona erişinden Margo'ya yaptıklarının aynısını bu kızın da ona yaşatacağını anlıyoruz.
İşin vurucu tarafı da, olayın sadece Margo ve Eve ile sınırlı olmayıp bir toplumsal soruna dokunuyor olması. Tiyatro ve özellikle sinema sektörü doğalı beri, gözler önünde olma, beğenilme, hayranık ve takdir toplama peşinde olan binlerce, milyonlarca genç kız bu yolda elinden geleni esirgemiyor. Sonunda bazıları bazı bedeller ödeyerek başarılı oluyor, bazıları ödünlerinin karşılığını göremeden silinip gidiyor, bazıları silinip gitme şansını bile elde edemiyor. All About Eve bu açıdan çok başarılı, öyküsü iyi kurulmuş, oyuncular çok iyi seçilmiş, diyaloglar başarılı ve sonu da insanı derinden sarsmasa da, vermek istediği mesajı vermekte etkili. Eve rolündeki Anne Bexter masum görünerek sinsiyi oynama konusunda oldukça iyi. Başta acıdığınız kızı birkaç dakika sonra saçlarından tutarak sarsmak istiyorsunuz. Bette Davis ise yaşını başını almış ünlü aktris rolünde iyi bir peformans gösteriyor. İlk kez ona ait bir film izledim, diğerlerini de hafiften merak ettim, onu bu kadar unutulmaz yapan nedir görmek açısından.
- ilhamavcisi'nin notu: 7/10.
Saturday, February 11, 2012
Friday, February 10, 2012
MESAJINIZ VAR (YOU'VE GOT MAIL)
Meg Ryan'ı sevmeyen, beğenmeyen erkek görmedim bu güne kadar. Onun erkekler tarafından bu denli sevilmesi de, benim için erkek cinsinin tamamen yüzeysel olmadığına dair bir ipuçu. Her daim kısa saçları, tahta göğsü ve dar omuzları, asla aşırıya kaçmayan hatta oldukça sade giyim tarzı, hafif yamuk gülümsemesiyle bende bir Tweety imajı uyandırıyor Meg Ryan. Bana göre bizim neslin, ya da 90ların Doris Day'i demek de mümkün onun için. Seksapeliyle öne çıkmayan, neşeli, kibar, alımlı, aynı zamanda da zeki, kısa saçlı sarışın ve şirin iki kadın. Her ne kadar, 45'inden sonra azıp acaip filmlerde oynamaya ve cinselliğini ön plana almaya başlasa da, ki bu noktada düşüşü hızlanıyor, Meg Ryan filmlerinin çoğumuzda ayrı bir yeri var. Ve her ne kadar anti-feminist öğeler barındırıyor olsa da, Doris Day filmlerinin de bende ayrı bir yeri var.
Tom Hanks'e gelince, ondan kötü film beklemiyoruz zaten. Ona da işini iyi yapan, teknik, hata beklememezlik ve istikrar açısından beğendiğim bir aktör olarak bakıyorum. E yazar ve yönetmen Nora Ephron'un filmlerini zaten severim, yazık ki çok az film yapıyor kendisi. Böyle bir kadro bir araya gelince de ortaya şeker mi şeker bir film çıkıyor.
Meg Ryan'ın şehrin güzel bir yerinde annesinden kalan bir çocuk kitapçısı var. Hayalimin bir köşesinde ünlü bir yazar ve kitabevi sahibi olmak yatıyor ne yalan söyleyeyim. O yüzden mağazanın güzelliğini görünce içim eridi. Amma velakin 90lar malum, büyük zincir mağazaların son sürat yayıldığı ve küçük işletmecileri sahadan süpürdüğü yıllar. Genel olarak standardizasyonun artıp özgünlüğün azalmaya başladığı dönem. Bu noktadan da hareketle, Tom Hanks'in ailesinin sahip olduğu Fox Kitapçılık, tam da Meg Ryan'ın kitapçısının karşısına açılıyor. Tesadüf bu ya, ikisi birbirlerini tanımadan mailleşiyorlar. O yıllar mailleşmenin ve internetin büyük bir coşkuyla hayatımıza entegre olduğu yıllar, yani "hot topic!". Onlar yazışırken Tom Hanks yazıştığı kişinin Meg Ryan olduğunu anlıyor, rakip oldukları ve Meg Ryan Fox'dan nefret ettiği için kimliğini açıklayamıyor. Böyle böyle ikisi arasındaki ilişki gelişiyor ve tatlı bir sonla bitiyor.
Filmin tüm yumuşaklığı ve romantik komediye yaraşır her öğesine rağmen beni rahatsız eden noktaları var. Öncelikle, katı kapitalizme karşı çıkar gibi görünüyor. Meg Ryan kitapçısını kapatmak zorunda kaldığında ne kadar üzüldüğünü gösteriyor. Sonra diğer kitapçılarda müşteriyle küçük işletmenin ilgilendiği gibi ilgilenilmediğini ve büyük işletmelerin soğukluğuna, soğuk ama iyi işleyen yapılar olduğuna dikkat çekiliyor. Buraya kadar tamam da, tüm bunlar eleştirilir gibi görünürken, karakterler ha bire Starbucks'a girip çıkıp kahve içiyor. Gözümüze gözümüze Starbucks reklamı sokuluyor. Amerika'nın ortalama markalarının dünya pazarına çıkıp da her yere yayılması yetmezmiş gibi, bizde bu markalara üst kalite uygulaması yapılması cabası. Hatırlayın, McDonalds ve Burger King Türkiye'ye ilk geldiklerinde aman ne özel bir şeydi oralara gitmek. Oysa Amerika'da çoğunlukla orta alt ve alt ekonomik kesimin tercih etmek zorunda kaldığı yerler buralar. Aynı şey Starbucks ve diğerleri için de geçerli. Oralara gidip ellerinde isimleri yazan kağıt bardaklarla havayla oturup sosyalleşen gençlere, kahvelerinin "blind test" denilen tadım testini geçemediğini hatırlatmak gerek.
Her neyse, bir romantik komediden bu çıkarımları neden yaptın, ne gereksiz demeden sizler, en iyisi yazıyı bitirmek. Bu film siyah beyaz klasik bir filmden (The Shop Around the Corner) esinlenilmiş, onu da mutlaka izlemek istiyorum. Hala izlememiş ergen nesildenseniz, mutlaka izleyin. Buradan dişi arkadaşlarıma sesleniyorum: Eşinize, sevgilinize romantik komedi izletemiyorsanız, Meg Ryan filmlerini deneyin. Bu da onların en iyi örneklerinden biri.
- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.
Tom Hanks'e gelince, ondan kötü film beklemiyoruz zaten. Ona da işini iyi yapan, teknik, hata beklememezlik ve istikrar açısından beğendiğim bir aktör olarak bakıyorum. E yazar ve yönetmen Nora Ephron'un filmlerini zaten severim, yazık ki çok az film yapıyor kendisi. Böyle bir kadro bir araya gelince de ortaya şeker mi şeker bir film çıkıyor.
Meg Ryan'ın şehrin güzel bir yerinde annesinden kalan bir çocuk kitapçısı var. Hayalimin bir köşesinde ünlü bir yazar ve kitabevi sahibi olmak yatıyor ne yalan söyleyeyim. O yüzden mağazanın güzelliğini görünce içim eridi. Amma velakin 90lar malum, büyük zincir mağazaların son sürat yayıldığı ve küçük işletmecileri sahadan süpürdüğü yıllar. Genel olarak standardizasyonun artıp özgünlüğün azalmaya başladığı dönem. Bu noktadan da hareketle, Tom Hanks'in ailesinin sahip olduğu Fox Kitapçılık, tam da Meg Ryan'ın kitapçısının karşısına açılıyor. Tesadüf bu ya, ikisi birbirlerini tanımadan mailleşiyorlar. O yıllar mailleşmenin ve internetin büyük bir coşkuyla hayatımıza entegre olduğu yıllar, yani "hot topic!". Onlar yazışırken Tom Hanks yazıştığı kişinin Meg Ryan olduğunu anlıyor, rakip oldukları ve Meg Ryan Fox'dan nefret ettiği için kimliğini açıklayamıyor. Böyle böyle ikisi arasındaki ilişki gelişiyor ve tatlı bir sonla bitiyor.
Filmin tüm yumuşaklığı ve romantik komediye yaraşır her öğesine rağmen beni rahatsız eden noktaları var. Öncelikle, katı kapitalizme karşı çıkar gibi görünüyor. Meg Ryan kitapçısını kapatmak zorunda kaldığında ne kadar üzüldüğünü gösteriyor. Sonra diğer kitapçılarda müşteriyle küçük işletmenin ilgilendiği gibi ilgilenilmediğini ve büyük işletmelerin soğukluğuna, soğuk ama iyi işleyen yapılar olduğuna dikkat çekiliyor. Buraya kadar tamam da, tüm bunlar eleştirilir gibi görünürken, karakterler ha bire Starbucks'a girip çıkıp kahve içiyor. Gözümüze gözümüze Starbucks reklamı sokuluyor. Amerika'nın ortalama markalarının dünya pazarına çıkıp da her yere yayılması yetmezmiş gibi, bizde bu markalara üst kalite uygulaması yapılması cabası. Hatırlayın, McDonalds ve Burger King Türkiye'ye ilk geldiklerinde aman ne özel bir şeydi oralara gitmek. Oysa Amerika'da çoğunlukla orta alt ve alt ekonomik kesimin tercih etmek zorunda kaldığı yerler buralar. Aynı şey Starbucks ve diğerleri için de geçerli. Oralara gidip ellerinde isimleri yazan kağıt bardaklarla havayla oturup sosyalleşen gençlere, kahvelerinin "blind test" denilen tadım testini geçemediğini hatırlatmak gerek.
Her neyse, bir romantik komediden bu çıkarımları neden yaptın, ne gereksiz demeden sizler, en iyisi yazıyı bitirmek. Bu film siyah beyaz klasik bir filmden (The Shop Around the Corner) esinlenilmiş, onu da mutlaka izlemek istiyorum. Hala izlememiş ergen nesildenseniz, mutlaka izleyin. Buradan dişi arkadaşlarıma sesleniyorum: Eşinize, sevgilinize romantik komedi izletemiyorsanız, Meg Ryan filmlerini deneyin. Bu da onların en iyi örneklerinden biri.
- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.
Labels:
Film,
meg ryan,
mesajınız var,
nora ephron,
tom hanks,
you've got mail
RICK STEIN vs. GORDON RAMSAY
Bu ara yemek programlarına merak saldım, aslında yemeğe ilgim çok eskiden, çocukluktan geliyor. Tombul çocuk sağlıklı çocuktur inancının hüküm sürdüğü dönemlerde abur cubur ve yemek yeme zevkine varmış talihsiz bir kişiyim. Bu izlediğim yemek programları öyle her programda "aman bunu da yedim damağım çatladı"dan başka laf söylenmeyen veya 2-3 konuğu oturtup karşısına, uyduruk yemekler yapılan programlardan değil.
Biri BBC HD'de Rick Stein'ın programları. Dünyayı dolaşarak değişik yemekler sunuyor bize. Rick Stein ünlü bir İngiliz şef. Aslında edebiyat mezunu ama restoranları var ve profesyonel olarak bu işi yapıyor. Sanırım 60lı yaşlarında, pembe beyaz, hafif tombul ve kassız, hatta biraz löpürdek, saçları yarım dökülmüş, güleryüzlü bir İngiliz amca. Dünyanın değişik yerlerini karış karış gezip, gittiği her yerin yerlisiyle oraya özgü yemekler pişiriyor ve yiyor. Programın Avrupa ve Uzak Doğu bölümlerini izleyebildik. Her bölümden sonra da Mahir'le beraber açlık krizine girip değişik yemekler pişirmek istedik! Rick Stein bence eski ve yok olan bir akımı temsil ediyor. Azla yetinir ve mütevazı bir hali var. Meraklı ve araştırmayı seviyor. Balıkçılarla balık tutuyor, sonra teknelerinde onlarla beraber pişirdiklerini yiyor. Küçük ve salaş yerlere de gidiyor ve midesi bulanmadan bulduğunu yiyor ve isabetli de yorumlar yapıyor. En güzeli de, gittiği her yerin tarihi ve politik durumundan da bahsediyor ki, artık bu tarz dolu programlar ve insanlar ne yazık ki gitikçe azalıyor. Uzak Doğu programının bölümlerinden birinde, orada öğrendiği yemeklerden birini evinde yaparken şöyle söylemesi benim için vurucu oldu açıkçası: "Orada sürekli iç savaşlarla insanlar ölüyor, kaotik bir ortam var, bazı yerlerde açlık var. Durum buyken benim burada rahatça yemek pişiriyor olmam tuhaf geliyor." Giydiği pembe tişörtleri, oraya buraya kafasını vurup "Asyalılar küçük insanlar, o yüzden tavanlara çarpıyorum" demesi, ünlü ve zengin bir şef için oldukça küçük ve sade olan mutfağı, yemekten ve değişikliklerden keyif alması, kültüre verdiği önem, ve en önemlisi yemeğinin gelmesini beklerken kitap okuması -ki bunu ben de yaparım- beni kendisine ısındırdı. Diğer programlarını da izlemeyi keyifle bekliyorum.
Diğer izlediğim program da bir önceki yazıda anlattığım Hell's Kitchen. Gordon Ramsay programın temel adamı, onu da bu programda tanıdım. O da bir İngiliz, 40lı yaşlarında. Eski bir futbolcu, çok çok ünlü ve zengin bir şef. Ancak, Gordon Ramsay de benim için yeni dünyanın marka insanlarını temsil eden iyi bir örnek. Onunla her şey çok mükemmel, titiz, dakik, hızlı, rekabetçi, hırslı olmak zorunda; tüm bunların sonunda da kaçınılmaz olarak karşımıza stresli, asabi ve lafını esirgemeyen bir adam çıkıyor. Adam restoranları, kitapları ve programlarıyla dünyaya yayıldıkça yayılıyor.
Yani Rick dünyayı tanımaya çalışırken, Gordon kendini dünyaya tanıtmaya çalışıyor. Tam 2000lerin adamı Gordon Ramsay. Bir yandan bana eski zamanların adamlarına kafa olarak daha yakın olduğumu hissettirirken, diğer yandan da işine olan tutkusu ve mükemmele olan arzusu yüzünden saygı duyduruyor. Eskiler çok müdahale etmeden keşfediyor, özümsüyor ve bir duygu yolculuğu yaşıyor sanki, daha doğallar. Yenilerse daha kurgu, daha profesyonel ve hatasız. Ama bir duygusal tecrübe veya tatmin bulmak zor.
Birbirinden tamamen farklı, uç noktalardaki bu iki adamın ikisini de izlemek oldukça keyifli. Biriyle romantik bir kültür gezisi yaşayıp gevşer ve zamanı yavaşlatırken, öbürüyle "Allah'ım kariyerimde ne yapmak istiyorum? Daha rekabetçi olup daha çok çalşmalıyım." diye düşünmeden edemiyorsunuz. Benim içim yine de Rick Stein'a daha çok değer verme yönünde. Sonuçta hayat robotik bir şekilde çalışıp para kazanmaktan ibaret değil. Yanlış anlaşılmasın para kazanmaya karşı değilim, hatta sonuna kadar savunanlardanım. Ama parayı sadece yatlar, katlar, malikaneler, arabalar vs. için kazanmak değil benim söylediğim; o parayı harcayacak kültür birikimine de sahip olmak gerek.
Biri BBC HD'de Rick Stein'ın programları. Dünyayı dolaşarak değişik yemekler sunuyor bize. Rick Stein ünlü bir İngiliz şef. Aslında edebiyat mezunu ama restoranları var ve profesyonel olarak bu işi yapıyor. Sanırım 60lı yaşlarında, pembe beyaz, hafif tombul ve kassız, hatta biraz löpürdek, saçları yarım dökülmüş, güleryüzlü bir İngiliz amca. Dünyanın değişik yerlerini karış karış gezip, gittiği her yerin yerlisiyle oraya özgü yemekler pişiriyor ve yiyor. Programın Avrupa ve Uzak Doğu bölümlerini izleyebildik. Her bölümden sonra da Mahir'le beraber açlık krizine girip değişik yemekler pişirmek istedik! Rick Stein bence eski ve yok olan bir akımı temsil ediyor. Azla yetinir ve mütevazı bir hali var. Meraklı ve araştırmayı seviyor. Balıkçılarla balık tutuyor, sonra teknelerinde onlarla beraber pişirdiklerini yiyor. Küçük ve salaş yerlere de gidiyor ve midesi bulanmadan bulduğunu yiyor ve isabetli de yorumlar yapıyor. En güzeli de, gittiği her yerin tarihi ve politik durumundan da bahsediyor ki, artık bu tarz dolu programlar ve insanlar ne yazık ki gitikçe azalıyor. Uzak Doğu programının bölümlerinden birinde, orada öğrendiği yemeklerden birini evinde yaparken şöyle söylemesi benim için vurucu oldu açıkçası: "Orada sürekli iç savaşlarla insanlar ölüyor, kaotik bir ortam var, bazı yerlerde açlık var. Durum buyken benim burada rahatça yemek pişiriyor olmam tuhaf geliyor." Giydiği pembe tişörtleri, oraya buraya kafasını vurup "Asyalılar küçük insanlar, o yüzden tavanlara çarpıyorum" demesi, ünlü ve zengin bir şef için oldukça küçük ve sade olan mutfağı, yemekten ve değişikliklerden keyif alması, kültüre verdiği önem, ve en önemlisi yemeğinin gelmesini beklerken kitap okuması -ki bunu ben de yaparım- beni kendisine ısındırdı. Diğer programlarını da izlemeyi keyifle bekliyorum.
Diğer izlediğim program da bir önceki yazıda anlattığım Hell's Kitchen. Gordon Ramsay programın temel adamı, onu da bu programda tanıdım. O da bir İngiliz, 40lı yaşlarında. Eski bir futbolcu, çok çok ünlü ve zengin bir şef. Ancak, Gordon Ramsay de benim için yeni dünyanın marka insanlarını temsil eden iyi bir örnek. Onunla her şey çok mükemmel, titiz, dakik, hızlı, rekabetçi, hırslı olmak zorunda; tüm bunların sonunda da kaçınılmaz olarak karşımıza stresli, asabi ve lafını esirgemeyen bir adam çıkıyor. Adam restoranları, kitapları ve programlarıyla dünyaya yayıldıkça yayılıyor.
Yani Rick dünyayı tanımaya çalışırken, Gordon kendini dünyaya tanıtmaya çalışıyor. Tam 2000lerin adamı Gordon Ramsay. Bir yandan bana eski zamanların adamlarına kafa olarak daha yakın olduğumu hissettirirken, diğer yandan da işine olan tutkusu ve mükemmele olan arzusu yüzünden saygı duyduruyor. Eskiler çok müdahale etmeden keşfediyor, özümsüyor ve bir duygu yolculuğu yaşıyor sanki, daha doğallar. Yenilerse daha kurgu, daha profesyonel ve hatasız. Ama bir duygusal tecrübe veya tatmin bulmak zor.
Birbirinden tamamen farklı, uç noktalardaki bu iki adamın ikisini de izlemek oldukça keyifli. Biriyle romantik bir kültür gezisi yaşayıp gevşer ve zamanı yavaşlatırken, öbürüyle "Allah'ım kariyerimde ne yapmak istiyorum? Daha rekabetçi olup daha çok çalşmalıyım." diye düşünmeden edemiyorsunuz. Benim içim yine de Rick Stein'a daha çok değer verme yönünde. Sonuçta hayat robotik bir şekilde çalışıp para kazanmaktan ibaret değil. Yanlış anlaşılmasın para kazanmaya karşı değilim, hatta sonuna kadar savunanlardanım. Ama parayı sadece yatlar, katlar, malikaneler, arabalar vs. için kazanmak değil benim söylediğim; o parayı harcayacak kültür birikimine de sahip olmak gerek.
Labels:
bbc,
gordon ramsay,
hell's kitchen,
rick stein,
televizyon
Thursday, February 9, 2012
HELL'S KITCHEN
Dönem dönem çeşitli bağımlılıklar edinme gibi bir bağımlılığım var ne yazık ki. Televizyon çocukluktan kalma feci bir bağımlılık. Sürekli izlemesem de açık durmasını isteyen manyaklardanım ben de. 80lerde Milliyet Çocuk'ta TeleYunus diye bir karakter vardı, kendimi ona benzetiyorum zaman zaman. Televizyonda da her ne kadar BBC açık olsa da çoğu zaman, arada tehlikeli atıştırmalık, abur cubur şeklinde izlediğim ve bir kere başladığım için ıcığını cıcığını çıkardığım şeyler var. Hell's Kitchen bunlardan biri.
Son yıllarda yemek, aşçılık çok popüler oldu. Hell's Kitchen da bizde çakması Master Chef olarak yapılan ve bir sezondan daha fazla tutmayan yarışmanın aslı. Bizimkinin tutmaması da çok doğal. Murat Bozok'u beğenmekle birlikte, kendini Gordon Ramsay'in Türkiye şubesi zanneden Bahadır Şef'ti galiba, oldukça itici ve gereksizdi. Bir de bizim millet böyle yoğun çaba ve çalışma gerektiren yarışmaları sevmiyor. Çalışmaktan hoşlanmıyoruz ne yazık ki. Hoşlanmıyoruz demeyeyim de, canım milletim çalışmaktan ve çabalamaktan hoşlanmıyor ne yazık ki diyeyim. Hell's Kitchen aslında İngiltere'de orijinali başlamış ve Amerika'ya sıçramış bir yarışma. Ünlü ve huysuz İngiliz şef Gordon Ramsay bu yarışmanın Amerika ayağını 9 sezondur yürütüyor. 16 deneyimli veya deneyimsiz şef, Ramsay'in restoranlarından birinde baş şef olmak için yarışıyorlar. Yarışma kıran kırana geçiyor, sonunda da kazanana gerçekten haketti diyorsunuz. Yarışmanın hoşuma giden kısmı disipline ve bilgiye verilen önem, ve işin magazin kısmının çok az tutulmuş olması. Bizdeki yarışmalar kavga dövüş, magazin, cahillik ve ajitasyon ile doluyken, bunun böyle işe odaklı olması çok hoşuma gidiyor.
Ayrıca bu Gordon Ramsay renkli bir kişilik. Aşırı titiz, disiplinli, hoşgörüsüz ama tatlı sert olma konusunda dengeyi iyi koruyor. Sanırım yaptığım işte bu tür bir adam olmak isteyebilirim diye düşünüyor insan. Mükemmeliyetçi ve asabi, deli olunca insanlar da seni böyle kabul ediyor ve ona göre davranmaya başlıyor. Belki de empatik ve yumuşak tarzı bir kenara atıp küçük bir Gordon olma zamanım gelmiştir artık :) Bu yoldan hareketle evde "get out!", "piss off!", "you donkey!" şeklinde bağırmaya başladım bile :)
Yarışmacıların süreç içindeki değişimlerini izlemek ve Amerikan tarzı rekabeti görmek de çok eğlenceli. Sonuçta başarıya koşmak her zaman herkes için kolay değil, çok çaba sarf etmeyi ve zaman zaman ezilerek yükselmeyi göze almak gerek. Beni bu şekilde motive etmesi açısından, sevdiğim bir yarışma oldu. Yemek kültürünü, özellikle fine dining açısından geliştirmesi de cabası. Bu şevkle tüm sezonları baştan izlemeye başladım. Görev gibi izliyorum, hadi hayırlısı diyorum ancak, izle izle bitmiyor.
- ilhamavcisi'nın notu: 6,5/10.
Son yıllarda yemek, aşçılık çok popüler oldu. Hell's Kitchen da bizde çakması Master Chef olarak yapılan ve bir sezondan daha fazla tutmayan yarışmanın aslı. Bizimkinin tutmaması da çok doğal. Murat Bozok'u beğenmekle birlikte, kendini Gordon Ramsay'in Türkiye şubesi zanneden Bahadır Şef'ti galiba, oldukça itici ve gereksizdi. Bir de bizim millet böyle yoğun çaba ve çalışma gerektiren yarışmaları sevmiyor. Çalışmaktan hoşlanmıyoruz ne yazık ki. Hoşlanmıyoruz demeyeyim de, canım milletim çalışmaktan ve çabalamaktan hoşlanmıyor ne yazık ki diyeyim. Hell's Kitchen aslında İngiltere'de orijinali başlamış ve Amerika'ya sıçramış bir yarışma. Ünlü ve huysuz İngiliz şef Gordon Ramsay bu yarışmanın Amerika ayağını 9 sezondur yürütüyor. 16 deneyimli veya deneyimsiz şef, Ramsay'in restoranlarından birinde baş şef olmak için yarışıyorlar. Yarışma kıran kırana geçiyor, sonunda da kazanana gerçekten haketti diyorsunuz. Yarışmanın hoşuma giden kısmı disipline ve bilgiye verilen önem, ve işin magazin kısmının çok az tutulmuş olması. Bizdeki yarışmalar kavga dövüş, magazin, cahillik ve ajitasyon ile doluyken, bunun böyle işe odaklı olması çok hoşuma gidiyor.
Ayrıca bu Gordon Ramsay renkli bir kişilik. Aşırı titiz, disiplinli, hoşgörüsüz ama tatlı sert olma konusunda dengeyi iyi koruyor. Sanırım yaptığım işte bu tür bir adam olmak isteyebilirim diye düşünüyor insan. Mükemmeliyetçi ve asabi, deli olunca insanlar da seni böyle kabul ediyor ve ona göre davranmaya başlıyor. Belki de empatik ve yumuşak tarzı bir kenara atıp küçük bir Gordon olma zamanım gelmiştir artık :) Bu yoldan hareketle evde "get out!", "piss off!", "you donkey!" şeklinde bağırmaya başladım bile :)
Yarışmacıların süreç içindeki değişimlerini izlemek ve Amerikan tarzı rekabeti görmek de çok eğlenceli. Sonuçta başarıya koşmak her zaman herkes için kolay değil, çok çaba sarf etmeyi ve zaman zaman ezilerek yükselmeyi göze almak gerek. Beni bu şekilde motive etmesi açısından, sevdiğim bir yarışma oldu. Yemek kültürünü, özellikle fine dining açısından geliştirmesi de cabası. Bu şevkle tüm sezonları baştan izlemeye başladım. Görev gibi izliyorum, hadi hayırlısı diyorum ancak, izle izle bitmiyor.
- ilhamavcisi'nın notu: 6,5/10.
Labels:
gordon ramsey,
hell's kitchen,
master chef,
murat bozok,
televizyon
THE HOLIDAY
Yılbaşı filmlerine zaafım var. Bir yanım gerçekçi, bir yanım da bir parça pembe gözlükleri olan biri galiba. Pembe gözlükleri arada takmak iyi geliyor insana. İyi romantik komediler ve yılbaşı filmleri de bu işi pek ala yerine getiriyor. Bir de içinde sevdiğim oyuncular varsa, o zaman izleme de yanında yat demeyeceğim, yatarak izle diye iğrenç bir espri yapayım. Yine ve yine yazıyorum ki, İngiltere ve İngiliz oyuncular olmasa Hollywood ne olacak bilemiyorum. The Holiday son yıllarda sıkça gördüğümüz İngiltere/İskoçya ve Amerika ikilemesinden oluşuyor mekan olarak. Amerika hızlı ve parlak görüntüler verirken, İngiltere de klasik, yumuşak ve romantik olanı tamamlıyor.
Cameron Diaz kızımız ünlü ve aşırı zengin bir Hollywood çalışanı. Aynı zamanda da fazla çalışmaktan robotlaşmış ve duygusuzlaşmış bir kadın. Bu karakterin fazla abartılı yazıldığını veya oynandığını söylemeden geçemeyeceğim. Kate Winslet ise -çok severim kendisini bu arada- patronuna aşık duygusal ve zayıf kız rolünde. Aşkı karşılıksız çıkınca yılbaşı tatilinde yurtdışına gitmeye ve kendisi için güzel bir tatil geçirmeye karar veriyor. Internetten ev değişim sitesine giriyor, ve tam da o sırada sevgilisinden ayrılmış olan Cameron Diaz ile evleri değişiyorlar. Birinin milyon dolarlık evi, diğerinin de mütevazı kasaba evi tatil boyunca sahiplerini yer değiştiriyor.
Kate Winslet orada Jack Black'i buluyor tesadüfen ve güzel bir iki hafta sonunda birliktelikleri başlıyor. Jack Black'in oynadığı en saygın rol bu galiba. Acaip komedilerden sonra onu böyle bir rolde görmek hoş oldu. Cameron Diaz ise piyangodan çıkan Jude Law'a aşık oluyor ve onlar da birlikte olmaya başlıyorlar. Aslında Kate'e neden Jack Black geldi de, Cameron Diaz daha iyi olanı alıyor diye düşünmedim değil. Zayıf kız dolgun kız ayrımı mı yapıyor acaba Hollywood diye düşünüyorum ve Kate'e haksızlık yapmışlar diyorum.
Sonunda herkes mutlu oluyor, sorunlarını geride bırakıyor. Yani yeni yıl yeni başlangıçlar getiriyor ve şarkıda da söylediği gibi "Next year all our troubles will be gone by", seneye dertlerimiz sona ermiş olacak diyor. Gerçekçi değil, sanatsal değil, derin değil. Ama kimin umurunda! Rahatlamak için, kafayı boşaltıp yumuşamak için güzel bir film. Şiddetle tavsiye edilir, hele de şu karda kışta haftasonu evde oturanlara.
- ilhamavcisi'nın notu: 6/10.
Cameron Diaz kızımız ünlü ve aşırı zengin bir Hollywood çalışanı. Aynı zamanda da fazla çalışmaktan robotlaşmış ve duygusuzlaşmış bir kadın. Bu karakterin fazla abartılı yazıldığını veya oynandığını söylemeden geçemeyeceğim. Kate Winslet ise -çok severim kendisini bu arada- patronuna aşık duygusal ve zayıf kız rolünde. Aşkı karşılıksız çıkınca yılbaşı tatilinde yurtdışına gitmeye ve kendisi için güzel bir tatil geçirmeye karar veriyor. Internetten ev değişim sitesine giriyor, ve tam da o sırada sevgilisinden ayrılmış olan Cameron Diaz ile evleri değişiyorlar. Birinin milyon dolarlık evi, diğerinin de mütevazı kasaba evi tatil boyunca sahiplerini yer değiştiriyor.
Kate Winslet orada Jack Black'i buluyor tesadüfen ve güzel bir iki hafta sonunda birliktelikleri başlıyor. Jack Black'in oynadığı en saygın rol bu galiba. Acaip komedilerden sonra onu böyle bir rolde görmek hoş oldu. Cameron Diaz ise piyangodan çıkan Jude Law'a aşık oluyor ve onlar da birlikte olmaya başlıyorlar. Aslında Kate'e neden Jack Black geldi de, Cameron Diaz daha iyi olanı alıyor diye düşünmedim değil. Zayıf kız dolgun kız ayrımı mı yapıyor acaba Hollywood diye düşünüyorum ve Kate'e haksızlık yapmışlar diyorum.
Sonunda herkes mutlu oluyor, sorunlarını geride bırakıyor. Yani yeni yıl yeni başlangıçlar getiriyor ve şarkıda da söylediği gibi "Next year all our troubles will be gone by", seneye dertlerimiz sona ermiş olacak diyor. Gerçekçi değil, sanatsal değil, derin değil. Ama kimin umurunda! Rahatlamak için, kafayı boşaltıp yumuşamak için güzel bir film. Şiddetle tavsiye edilir, hele de şu karda kışta haftasonu evde oturanlara.
- ilhamavcisi'nın notu: 6/10.
Labels:
cameron diaz,
Film,
jack black,
jude law,
kate winslet,
the holiday
Tuesday, February 7, 2012
JULIE & JULIA
Film farklı zamanlardan gelen iki farklı kadının hikayesini anlatıyor. Julia Child, dönemine göre enteresan bir kişilik. Her şeyden önce 1.88 boyunda bir dev kadın! Diplomat kocasıyla birlikte bir dönemi Paris'te geçiriyor, işinden istifa ettiği için ne yapayım diye düşünürken yemek pişirmeyi öğrenmeye karar kılıyor. Bu azimle çalıyor Le Cordon Bleu'nun kapısını. O zamanlar sadece erkek profesyonellerin olduğu bu okulda ter dökerek bir profesyonel oluyor, Amerika'ya döndüğünde yemek kültürü olmayan bu topluma kitapları ve televizyon programlarıyla Fransız mutfağını tanıtıyor ve yemek zevki aşılıyor. Öğrenmek için çaba sarf ettiklerini orijinallik ile aktarıyor, yıllar boyu çalışıyor ve çalışıyor. Julie 2002'de devlet memuru olarak çalışıyor, sıradan bir Amerikan kadını. Sıkıcı iş hayatından ve stresten uzaklaşmak için yemek yapıyor, yemek yapmayı seviyor ve bu şekilde stres atıyor. Arkadaşlarından feyz alarak ben de bir blog yazayım derken, ne üzerine yazayım diye düşünürken, çocukluktan kalma Julia Child kitabına bakıyor ve her gün bir tarif pişirip paylaşayım diye karar veriyor. Yani, bir kadının ürettiğini diğeri kendine malzeme yapıyor :) Sonunda da bloğu ile meşhur oluyor, kitap yazıyor, işte filmi yapılıyor vs. Bu durum da bana günümüz toplumunu anımsattı, üretmek yerine önceden üretilmişleri hızla tüketmeyi tercih ediyoruz. Her şey çok hızlı, akıp gidiyor.
Julia'nın öyküsünü zevkle izledim, kendisini de takdir ettim. Amma velakin Julie aynı duyguları uyandırmadı bende, hatta cins ve itici buldum kendisini. Julia Child da aynı şekilde hissetmiş olacak ki, pek hoş şeyler söylememiş blogla ilgili olarak. İyi de yapmış.
Meryl Streep her zamanki gibi teknik, mekanik, göze batmayan ve uygun bir oyunculuk sergiliyor, işini iyi yapıyor. Amy Adams kendisinden beklemediğim şekilde iyi bir oyuncu olduğunu gösterdi bana. İzlenebilir bir film, ama şimdiden söyleyeyim "You've Got Mail"in yanına yaklaşamaz. Bakalım Nora Ephron benzer bir filmi ne zaman yapacak. Bu arada "You've Got Mail" de eski bir filmden alıntı ama filmi bir türlü bulamıyorum, bilen varsa lütfen yazsın.
Not: Birkaç sene bu filmi de buldum :) The Shop Around the Corner.
- ilhamavcisi'nın notu: 6/10.
Labels:
amy adams,
Film,
julia child,
juliejulia,
meryl streep,
nora ephron
BRIDGET JONES SERİSİ
Ben o dönemde Jane Austen romanları ile henüz tanışmamıştım. Benim gibi çok kitap okuyan biri için
Sonuç olarak, eski günlerin hatırına iki filmi de geçenlerde bir kez daha izledim ama yakın zamanda tekrar izleyeceğimi hiç sanmıyorum. Ancak kızım büyünce merak ederse, onunla birlikte tekrar izlerim keyifle.
- ilhamavcisi'nın notu: 6/10.
Labels:
bridget jones,
colin firth,
Film,
hugh grant,
renee zelwegger
SABA TÜMER
Gece programı yaptığı vakitlerde dikkatimi çekmişti kendisi, zaten o dönemde pek bir popüler olmuş ve gece ayakta olanların izlediği bir programla gelmişti ekranlara. Birkaç programını izledikten sonra notunu vermiştim, şimdi sabah programı ile iyice fikrimi kesinleştirmiş bulunuyorum. Allah'ım o ne zorlama bir kahkaha! Ota b.ka ittire kaktıra gülmeye çalışmalar! Konukları hakkında hiçbir hazırlık yapmıyor, yapmadığını da saklama gibi bir çabası yok. Saygı adına, insanlık namıma, davet ettiğin kişinin son çalışmalarını, genel bilgilerini bir topla, hadi sen toplamıyorsun eminim asistanların vardır, onlardan özet iste. Bir de, o nasıl bir lakaytlık, vurdumduymazlık. Beni bile izlerken çileden çıkarıyor, ciddi ciddi konuşmaya giden insanların neler hissettiğini düşünemiyorum. Kaldı ki birkaçının sinir olduğuna da şahit oldum :) Adamlar ciddiyetle bir şey anlatmaya çalışırken bu "Ne zaman aşık oldun?", "Sevgilin var mı?", "Hadi dans et" türü laflarla cıvıyor da cıvıyor, sansasyon yaratmaya çalışıyor. Geyik ötesi bu durumda yine de seçtiği konuklar ses getirmeye yönelik. Uğur Dündar'ın gelmesini yadırgadım. Yaşar Nuri Öztürk programda çoğunlukla sinir krizi geçiriyor geyik katsayısının yüksekliğinden dolayı. Sağlam bir arkası olduğunu düşünüyorum Saba Tümer'in. Ya da bir kez televizyonda bir imaj yaratıp ünlü olunca yürü ya kulum misali bir gidişat olduğunu. Ya da ben ekranda uzun saatler oturması, kalkması, konuşması lakayt ve ilgisiz, umursamaz birini izlemeye tahammül edemiyorum. Ya da daha acısı, izleyici kitlesi de bilgi ve kültürden uzak, günübirlik ve hafif yaşamak isteyen, ağırlığı olan konulardan kaçan insanlarla dolu; kimbilir...
NATIONAL TREASURE
Film buram buram Dan Brown kitapları ve Indiana Jones kokuyor, ama ben seviyorum bu tarz filmleri. Ekip çalışması, çözülecek gizem ve bilmeceler, çeşitli mekanlar, sırlar ve tarihin farklı yorumu tatli bir keyifle izleniyor. Nicholas Cage bu filmler icin dogru tercih miydi emin degilim ama akışın içinde o da göze batmıyor çok. İlk film daha akıcı, ikincisi iyice zorlama olmuş, üst üste izlemekte fayda var. Bir haftasonu için patlamış mısır eşliğinde, battaniye altında izlenir, mayışılır, zevk alınır.
- ilhamavcisi'nın notu: 6/10.
Labels:
dan brown,
diane kruger,
Film,
francis ford coppola,
nicholas cage
NARNIA ŞİFRESİ
İşte Narnia Şifresi de bu kitapların şimdiye kadar hep benim yazdığım gibi algılandığını, ama aslında arkasında daha büyük anlamlar ve semboller barındırdığını söylüyor. Richard Ward adlı bir akademisyen kitapların şifresini çözdüğünü iddia ediyor ve eleştirmenlere göre de oldukça inandırıcı bu konuda. Cambridge'de doktora tezini de bu konu üzerine tamamlıyor ve tezini "Planet Narnia" adlı kitapta topluyor. İddiasına göre kitaplar yedi günah veya Hristiyanlık üzerine değil, yörüngemizdeki yedi gezegen üzerine yazılmış. Her kitap bir gezegeni ve onun temsil ettiği kavramı ele alıyor. Örneğin Satürn ve affedicilik gibi.
C.S.Lewis'in hayatını izleyip bir de Richard Ward'un iddiasını öğrenince kitaplara haksızlık mı ediyorum diye düşünmekten alamadım kendimi ama tüm bunlara rağmen hala okunamaz olduklarını düşünüyorum. Ya da hadi okunabilir diyelim, ama Lewis'in kadim dostu Tolkien'ın Orta Dünya'sı ile boy ölçüşmesi söz konusu bile olamaz. Tolkien da zaten defalarca çeşitli yerlerde bu kitaplara saygı duymadığını ve beğenmediğini belirtmiş.
Tüm bunların yanı sıra, belgeselin bende bıraktığı yenilenmiş bir kıskançlık duygusu oldu. Sadece edebiyat ile uğraşmak, sürekli yazıp çizmek, üstelik bunu eşdeğer seviyede arkadaşlarından oluşan bir grupla yapmak, düzgün şehirlerde sokaklarda yaşamak, günlük dertlerle ülkenin acılarıyla üzülmemek, yaşadığın yerde ağaç-nehir-taş binalarla çevrili olmak ne güzel duygu olsa gerek. Tüm bunların sonucu bir düzen içinde organize yaşamak ne güzel bir duygu olsa gerek. Özellikle de son günlerde bizde, komşu ülkelerde yaşanan travmaları düşününce bu huzurlu düzen ne güzel olsa gerek diye düşünmemek elde değil, tabii bir de o huzurlu düzenin bizim huzursuzluklarmızdan beslendiğini düşünmek.
FREAKONOMICS
Benim açımdan ilginç bir bölüm nasıl iyi anne-baba olunur ile ilgili olandı. Meşhur nature-nurture (doğa-yetiştirme) tartışmasında yazarlar bir parça doğanın safhını tutuyor, yaptığınız şeyler çocuğu az etkiler diyorlar. Ama burada da önemli bir nokta var. 30 yaş üzerinde ilk bebeğini doğuran annelerin, iyi eğitimli ailelerin, evinde kitap bulunan çocukların daha başarılı oldukları gözlemlenmiş. E bu da doğadan ziyade, iyi eğitim ve kültürün doğal bir sonucu oluyor bence. Bu tür ailelerin çocuğa vereceklerinin elbette daha fazla olma ihtimali çok yüksek.
Ekonomi bilmiyorsanız, veya benim gibi çok kötü bir hocadan alıp sevmeyi başaramadıysanız, okuyunuz, okutunuz. Akademiyi eğlenceli hale getiren bir kitap. Benim için akademi her daim eğlenceli gerçi ama eğlenemeyenler için bu tür kitaplar ideal olabilir. Yakın zamanda filmini de yapmışlar, NTV'de gösteriliyor sanırım, henüz izleme şansım olmadı.
- ilhamavcisi'nın notu: 6/10.
MUZ SESLERİ (ECE TEMEL KURAN)
Kitap doğu-batı sorununu global bir şekilde ele alıyor, doğudan yana bir tavır koyuyor. Mekanlar Paris, Londra ve Beyrut. İyi niyetli bir çalışma ancak ham olduğu kanaatindeyim. Batılıların doğuyu küçümseme ve görmezden gelme hatasına düşmeleri gibi, Ece Temel Kuran da batıyı dünyanın yaramaz ve şımarık çocuğu, doğuyu ama özellikle Orta Doğu'yu hor görülen ve ezilen çocuk olarak görüyor. Tek taraflı bu düşünce tarihi ve siyaseti çok yönlü bir şekilde ele almadığı için bende çoğunlukla bir acındırma çabası uyandırdı ve geri tepti.
Filipina'nın babası Dr.Hamza'nın mektupları hariç karakterler ve onların hikayeleri insanı içine almıyor, sarmıyor. Özellikle Ziad ve Oxford'dan yana yakıla kaçan Deniz bana oldukça itici geldiler. Cümleler çok uzun, bazen gereksiz ve yazar acemisi tasvirlerle dolu. Tek hoşuma giden cümle "Orta Doğu'lar ellerine aldıkları her şeye ne zaman bozulacak diye bakarlar" tarzında bir cümle oldu. Sonuç olarak tema fazla siyah-beyaz, ve anlatım ve roman tekniği açısından çok güçlü değil.
- ilhamavcısı'nın notu: 5/10.
SECRETS OF THE BABY WHISPERER
Bu süreç içinde gelen hediyelerin en güzeli ve en faydalısı bir aile dostumuzun verdiği Tracy Hogg kitabı oldu. Hemen okumaya başladım ve bayıldım. Tracy İngiliz bir yenidoğan hemşiresi. Tam anlamıyla İngiliz bebek bakım sisteminin hakkını veriyor. Kitabın içinde hem bebekli evinize ve hayatınıza nasıl uyum sağlayacağınıza dair geniş bakış açılı yorum ve öneriler; hem de beslenme ve uyku gibi pratik konularda inanılmaz faydalı ve çözüm sunan öneriler var. Özellikle yatır/kaldır uyutma yöntemi Türkiye'de de oldukça yaygın biliniyor. Okudukça önce Deniz'in gündüz uyuduğu nadir saatlerde ev işi veya yemek yapacağım diye kendimi parçalamaktan vazgeçip ben de uyumaya başladım. Uyku ve dinlenme bir anne için şart, moralinizi düzeltiyor, enerji veriyor ve bebeğe tahammülü artırıyor. Sonra kendi kendime düşündüklerimi kitapta da görmek hoşuma gitti. Tracy bebeklere birey gibi davranmanın ve saygı duymanın öneminden bahsediyor. Mesela yapacağınız her şeyi ona anlatın, kaldırırken izin alın gibi öneriler veriyor, bayıldım, tam da benim yapmayı planladığım şeyler!
Tracy'nin dili çok samimi ama yapışkan ve sahte, yapmacık değil. Öyle ki, Tracy'nin 2004 yılında öldüğünü öğrenince çok üzüldüm. Tavsiyeleri birinci el ve gerçekçi, dengeli, yapılabilir şeyler. Bir bebek sahibi olmadan önce ve olduktan sonra mutlaka ama mutlaka okunması, faydakanılması gereken bir kitap. Hamilelere verilebilecek mükemmel bir hediye. Bu arada İngiliz dadıların niye isim yaptıklarını da anlamış oldum kitap sayesinde. İngiltere'de çocuk bakabilmek için en az 3 yıllık bir eğitim ve sertifika/diploma almak gerekiyormuş. Bu da kalite ve standart sağlıyor. Ne olursa olsun eğitim bu bakıcılara bir vizyon ve ustalık veriyor bence. Bizdeyse ne yazık kı önüne gelen, hatta ne yazık ki az kaliteli insanlar bakıcıyım diye ortaya çıkıyor. İnsanlara güvenmek çok zor, ama bu işin eğitimini almış ve profesyonelleşmiş birine çocuk emanet etmek çok daha iyi olmaz mıydı? Bu konuda belki devletten bir karar diye umarak bitiriyorum ve bebek düşünceniz bile varsa bu kitabı mutlaka okuyun diyorum.
- ilhamavcisi'nın notu: 10/10 (benden 10 alan ilk kitap oldu).
Labels:
baby whisperer,
kaldır yatır tekniği,
Kitap,
tracy hogg
ANNE SÜTÜ vs. MAMA
Deniz doğuyor, bir hemşire bana emzirme tekniğini gösteriyor, ben keyifle emzirmeye başlıyorum. Hayatında çocuk büyütmemiş, alt bile değiştirmemiş bir yeni anne olarak sonraki iki hafta gece gündüz emziriyorum. Bana göre her şey yolunda gidiyor. Bebeğin yutkunma sesini duymam gerektiğini bilmiyorum. Bakıyoruz ikinci haftanın sonunda Deniz hala çok kilo almıyor. Ve doktorun kulağımdan girip beynime, oradan anılarıma, bilinçaltıma çarpan ve bana yetersiz anne sendromu olarak geri dönen sözleri: anne sütü yetmiyor, mama takviye yapalım. Bir anda bir suçluluk duygusu her yanımı kaplıyor. Miniminicik yavrumu iki hafta neredeyse aç bırakmışım, oysa asil bir prenses edasıyla bana gıkını bile çıkarmamış. Doğum yorgunluğunun da etkisiyle çok ağlamamış ve hırçınlık yapmamış. Zaten hormonların da etkisiyle dokunsan ağlayacak durumdayım, hamile pantolonumu görünce bile gözlerim doluyor, üstüne bu haber tuz biber oluyor bana. Hayalimdeki mükemmel anne imajım yerle bir oluyor. İnsanlara söylerken utanıyorum, mama verirken çocuğuma sigara veriyormuşum gibi hissediyorum.
Annelik gerçekten zor zanaatmış. Dengeyi tutturmak çok zor. Başta Mahir'le beraber mamaya oldukça
Dipnot (Aralık 2015): Bu yazıdan sonra da süt ve mama maceramız aynı şekilde devam etti. Mamaya başlayınca pes etmedim ve Deniz her acıktığında ilk önce meme verdim, o da anne sütünden kopmadı böylece. Dördüncü ayda ek gıdaya başladım sebze çorbası ile. Sonra yoğurt ve meyve. Böylece mamayı erkenden azaltmış olduk ve 9. ayda tamamen bıraktık. İkimizin de azmiyle tam 2 yıl 10 gün emzirdim kızımı. Gerçekten anne ve çocuk arasında derin bir bağ kuran bir ilişki emzirmek. Yapabilenlere, isteyenlere şiddetle tavsiye ediyorum emzirmeyi. Zor bir iş ama sanki sonucuna değiyor. Amma velakin istemeyene de bir şey diyemem, dinde dahi zorlama yok bu konuda. Önemli olan çocuklarımızın mutlu, huzurlu ve sağlıklı olmaları. Her ilişkinin kendine has bir dinamiği olduğu gibi, her anne ve çocuğun da kendine özgü bir ilişkisi olacak elbet. Sağlıcakla kalın!
ACIBADEM MASLAK HASTANESİ
Şu İbrahim Tatlıses vukuatından hatırlarsınız Acıbadem Maslak Hastanesi'ni. Bu tür lüks oluşumlara oldum olası bir önyargım ve gıcıklığım var, çocukluktan kalma bir dürtü galiba, ya da çarşı sermayeye karşı güdüsü :) Kaliteyi ve güzellikleri kesinlikle çok seviyorum, sorun bunların herkesin erişimine açık olamaması, erişenlerin çoğunun da kendinden geçerek para budalası gibi davranması. Amma velakin istemeden gittiğim mekan beni şaşırttı. Hastaneden çok bir ev havası verilmiş binaya. Bölümler bir evin odaları gibi ayrılıyor birbirinden, dekorasyon da iyi bir oteli andırıyor. Her yer tertemiz, ve en önemlisi güzel kokuyor. Öyle hastane kokusu veya eyvah mikrop kapacağım korkusu yok. Doktor ve hemşire kadrosunun özenle seçildiğini söylemeye gerek yok. Daha çok para daha deneyimli ve kaliteli personel demek tabii. Hasta olarak da daha çok para ödemeyi göze alıyorsanız daha iyi hizmet alıyorsunuz tabii.
Biz doğum katında 1 gün ve gece geçirdik. Odalar olukça büyük, rahat. Banyolar da geniş ve şık. Odada
Hizmet, kalite, anlayış oldukça güzel netice itibariyle. Benim gibi sağlık korkağı bir insanı bile rahat ettirebildiler, hatta baya da mutlu bir şekilde taburcu ettiler. Doktor ve hastane korkusu kalmadı artık. En kötü yanı tabii ki fiyatı :)) Benim iş yerim sayesinde yaptırdığım Acıbadem sağlık sigortamız olmasına rağmen hatırı sayılır bir rakam ödedik. Yine de sonuna kadar değdi diye düşünüyorum. Hastane ile ilgili en sevmediğim nokta otoparkı. Her gittiğimizde en az 5 TL ile çıkaibliyoruz. Sağlık hizmetine o kadar para yükledikten sonra otoparktan para tırtıklamak bana ucuzcu bir mantık gibi geliyor. Acıbadem reklamı gibi oldu ama, ben sadece doğumla ilgili yönlerini biliyor olsam da kesinlikle tavsiye ederim herkese.
- ilhamavcisi'nin notu: 9/10.
NORMAL DOĞUM vs. SEZERYAN
Ankara’daki doktorumun tavsiyesiyle Acıbadem Maslak Hastanesi’nde Amerika’dan yeni dönen yeni doktorumuzla 33. haftadan sonra kontrollere devam ettik. Şans bu, çok iyi anlaştığımız ve uyuştuğumuz bir doktorumuz oldu. Bu saatten sonra nasıl anlaşacağız diye düşünürken, kendimizi beklentimizden çok daha iyi bir sürecin içinde bulduk. Bu arada tüm önyargılarıma rağmen, Acıbadem Maslak da oldukça iyi bir hastane, bunu da bir sonraki yazımda anlatayım. Zaman akıp gider, biz eve yerleşmeye çalışırken, günler alışveriş ve eve alışma ile geçip gitti. Son haftalar da İstanbul'un sıcağı ve nemi ile boğuşup aynı anda kızımızın eşyaları için saatlerce alışveriş yaparak geçti. Bol bol Tepe Mobilya, İkea, Metrocity, İstinye Park, dolaştık durduk.
Derkeeen, 37. haftanın bittiği Perşembe sabahı, tam da o gün evimize misafir beklerken, korktuğum başıma geldi! Bir önceki gün saat 17:00 civarında Şişli’ye gidip, kızım için daha önce görüp beğendiğim bir nevresim takımını aldım ve eve döndüm. Saat 17:00 olmasına rağmen havanın sıcaklığı beni mahvetti, eve dönünce tam iki saat salon halısının üzerinde serilip kaldım. Mahir de iş yemeğinde olduğu için hiç yemek falan hazırlamadım, bol bol siyah üzüm yedim ve birkaç saat de internetteki işlerimi hallettim. Saat 12 gibi yattık, her şey normal. Saatimi hazırlık yapmak için saat 6:45’e kurmuştum. Gayet normal kalktım. Mutfağa gidip yemek-pasta hazırlıkları yapmaya başladım. Tam 8 dakika kadar geçmişti ki, karnımın altında sağdan sola giden bir keskin ağrı hissettim. Gidip yattım, geçince önemsemeyip tekrar kalktım ve pişirmeye devam ettim. Kahvaltılarımızı hazırladım, dolaptan malzemeleri çıkarırken bir ağrı daha! Bu sefer daha keskin. Hemen yatağa tekrar koştum, çünkü ayakta duramayacağımı hissediyordum. En son bu ağrıların geçici bir şey olmayıp sancı olduklarını anlayınca, Mahir'i uyandırdım. Beklemediği için önce anlamadı, uyanamadı, sonra da beni çok sakin görünce ciddiye almadı :)
Biz hala geçici sancı yaşıyoruz ümidiyle olayı ciddiye almazken, sancılar daha da sıklaşmaya başladı ve
Hazırlıklar devam ederken bana epidural isteyip istemediğimi sordular. O ana kadar çok sorun çıkarmadığım için genel bir beğeni ve takdir toplamış bir hasta olarak :) epiduralsiz de devam edebileceğimi ama tercihin benim olduğunu söylediler. Doktorumsa evet yapabileceğimi ama epiduralin doğum sırasında kolaylık sağlayacağını söyleyince, ben de zaten çoktan öyle karar vermiş olduğum için hemen istedik. Anestezi doktorumuz çok hızlı bir şekilde işini bitirdi ama etkili hale gelmesi 15 dakika sürüyormuş, yine sancılara devam ettik bir süre. Epidural etkin hale gelince o sancılar aşağı doğru baskı yapan hafif ağrılar haline geliyor. Ağrıyı hissettikçe de ıkınmak gerekiyor. Bu şekilde doğuma hazır hale geliniyor. Odada bu işlemi yaklaşık 40 dakika devam ettirdikten sonra, doğumhaneye geçtik. Acıbadem’e yakışmayan nokta yatakla taşındığım doğumhanenin kapısından oradaki masaya kadar üç-beş adım da olsa yürümem oldu.
Sonrası...Sonrasını anlatmak güç. Girip çıkan hemşireler, gelip geçen sancılar, yoğun ve uzun süreli ıkınmalar, bebek doktorunun gelişi, onların bebek için yaptıkları hazırlıklar, doktorumun verdiği direktifler ve motive edici sözleri...Vee uzunca ve ağrılı bir son ıkınmadan sonra gördüğüm bembeyaz bir çift bacak ve ardından simsiyah uzun saçlar. Kızım doğunca hemen doktoru alıyor ve temizlemeye başlıyorlar, kısa bir süre sonra örtüye sarılmış olarak kucağıma bırakıyorlar. Kucağıma dolan sıcaklık, göğsümdeki ağırlık ve bana ciddiyetle bakan koyu yeşilimsi gözler hala olduğu gibi aklımda. Benden alıp temizliğini bitirdikten sonra babasını da çağırdılar ve kucağına verdiler. Biz Mahir'in doğuma girmemesine karar vermiştik, bu konuda kararsız olanlar için, normal doğuma babanın girmemesinin isabet olduğunu söyleyebilirim. Onlar babayla birlikte bebek odasına gittikten sonra benim de temizlik vs. işlemlerim bitiyor ve odaya geçiyoruz. Bana uzun gelen bir bekleyişten sonra kızımı ilk emzirme için yanıma getiriyorlar. O da ayrı bir olay, onu da yazacağım.
Sonuç olarak, kaprissiz tavırlarım ve acıya dayanıklılığım sayesinde tüm sağlık ekibinden övgüler alıyorum :) Doktorum da olabilecek en iyi ilk doğum olduğunu söylüyor ve beni daha da mutlu ediyor. Gelelim, şu an kararsız bir şekilde doğumu nasıl yapsam diye düşünenlere. Sezeryana kesinlikle karşı değilim. Ama yapabiliyorsanız normal doğum yapın, toparlanma süreci gerçekten hızlı. Ayrca, bebeğinizle zor bir süreci birlikte atlatmak daha da bağlayıcı, birleştirici bir tecrübe. Ben bir parça çabasız mutluluk olmaz diye düşünenlerden olduğum için, normal doğum benim için eşsiz bir tecrübe oldu. Düşündükçe hala gözlerim doluyor ve aynı zamanda gülüyor, içim de heyecan ve enerjiyle doluyor. Tam anlamıyla aklımdan geçenleri yansıtmakta zorlanıyorum, yine de hayatımın en güzel anılarından, anlarından, kendimi saf olarak kendim gibi hissettiğim zamanlardan biri olduğunu söyleyebilirim. Bebeği olacak her anneye de benzer duyguları ve kolaylıklar diliyorum.
Labels:
acıbadem maslak,
epidural,
normal doğum,
sezeryan,
yaşam
TÜRKSAT KABLO TV VE TELEDÜNYA
İşletme Fakülteleri'nde okutulmak üzere "Müşterinizi Nasıl Kaybedersiniz?" konulu bir vaka çalışması yazacak olsam, seçeceğim kurum kesinlikle Türksat ya da bilinen adıyla Uydunet olurdu. Ankara'dan gelirken doğal olarak telefon, televizyon, internet faturalarımızı kapatmak istedik. Genel anlamda pek sevdiğim bir kurum olmasa da, Türk Telekom sağolsun bu konuda çok kolaylık sağlıyor. Aboneliklerinizi başka bir şehre nakil edebiliyorsunuz, kısa bir işlem sonrasında halloluyor, yeni şehirde de birkaç gün içinde gelip bağlantıyı yapıyorlar. Türksat şehirlerarası nakil yapmıyormuş, aboneliği dondurduk onun yerine. Gittiğiniz şehirde ilgili merkeze başvurup nakil yapabilirsiniz dediler, tamam dedik.
Öncelikle, İstanbul'da neresi için nerde ilgili merkez olduğunu yazan bir kaynak yok internet sitelerinde. Çağrı merkezi Osmanbey'e yönlendirdi ama verdikleri adreste böyle bir merkez yoktu. Yakındaki bir PTT'nin çalışanlarının, çağrı merkezi çalışanlarından daha bilgili olması ve bana adresi vermesi vahimdi açıkçası. 23 Haziran'da Osmanbey'den kalkıp Şişli'ye gittim, merkezi buldum. Nakil işlemini yaptılar, 5-8 gün içinde arkadaşlar gelecek dediler. 5-8 gün sizce de çok uzun değil mi?
Tam olarak 30 Haziran'da akşam geldiler ancak. Teledünya'da kampanya olduğunu, istersek kurulum ve receiver ücretsiz abone olabileceğimizi belirttiler. HD falan muhabbetine tamam dedik biz de. 30 ay taahhütlü sözleşme imzaladık. Bağlantıyı yapmak için baya bir uğraştılar, çünkü gözlerinin önündeki kabloları ayırd edememişler, Laurel-Hardy gelse daha hızlı yapabilirdi diyebilirim.
3 Temmuz'da yayınımız gitti. Çağrı merkezini aradığımızda hala Kablo TV başvurusu olarak göründüğümüzü, Teledünya kaydımızın olmadığını öğrendik. Üstelik telefona cevap veren çalışana derdimizi anlatamadığımız için arıza kaydı olarak girdi ve 5-8!! gün içinde ilgilenileceğini söyledi. Üzerinden 10 gün geçip de kimse gelmeyince bir kez daha aradık. Cevap "Şu an sistemimiz çalışmıyor, Şişli'ye giderek halledebilirsiniz" oldu! Bu noktada çıldırmamak işten değil açıkçası.
Pes etmeyip ertesi gün tekrar aradım. Bu kez aklı başında bir çalışan çıkıp bize yakın bir birimin tekefonunu verdi. Onlar da gün içinde beni arayacaklarını söylediler, ama tabii ki aramadılar. Ertesi gün tekrar aradığımda Avrupa Merkez biriminin ilgileneceğini söyleyip onların numarasını verdiler. Onlar da aynı gün içinde arayacaklarını söyleyip aramadılar. Ertesi gün aradığımda da, kaydımızın bulunmadığını, Teledünya kampanyasının sona erdiğini, istersek kurulum ve receiver için ücret ödeyerek abone olabileceğimizi söylediler! İşin acısı, bizim kurulumumuz zaten yapılmış, sözleşmemiz var, hepsini gösterebiliyorum ama umurlarında değil! Üstelik hata bizim değil, eve gelen görevlilerin evrakları teslim etmemesinden kaynaklanıyor!!
Sonuç olarak pılıyı pırtıyı toplayıp Şişli'ye gittim tekrar. Umursamaz bir kadın çalışanlar sürüsü karşısında derdimi tekrar anlattım. Sanki her gün oluyormuşçasına fütursuz bir şekilde dinlediler. İyi o zaman receiver'ı verin dediler. Madem sözleşmeniz var, madem bizim çalışanımız hata yapmış, düzeltelim bile demediler! Tüm başvuru ve sözleşmelerimizi iptal ettim, ve lanet ederek çıktım.
Bu kadar umursamaz, profesyonellikten uzak, eziyet etmeye yönelik ve anlayışsız bir hizmet sunmalarına, daha doğrusu hizmet sunamamalarına inanamıyorum hala. Kendi kendilerini batırmak için özel bir çaba harcıyor gibiler. Ben oradayken üç kişinin daha iptal için başvurmuş olması da bir gösterge. Ama bundan bir çıkarım yapıp da düzelme girişiminde bulunurlar mı bilemiyorum, artık umurumda da değil. Şansımızı bir de Digitürk'de deneyeceğiz.
Not: Daha sonra internetten başvuru yaptık ve anında gelerek taktılar. Şimdi HD yayın izliyoruz ve BBC HD'nin dibine vurmuş durumdayım. Ama yine de belki buraya git gel yapmaktan erken doğum yapmış olabileceğimi düşününce içim acıyor.
- ilhamavcısı'nın notu: 0/10.
ANKARA-İSTANBUL
Mekan değiştirmeye alışkın olduğumdan olsa gerek, yabancılık hissetmiyorum henüz. Sadece Türkiye'nin merkezinin İstanbul'muş gibi davranılması her yerde sinir bozucu gelirdi bana, hala da öyle geliyor. Bu ülkenin pek çok güzel şehri, gelişmeyi bekleyen yerleri var. Ama her yerde, her strateji, dizi, reklam, haber vs.de varsa yoksa İstanbul. Gereksiz kalabalıkla çirkinleştirilen, arabeskleşen bir şehir. Bir de şehir planlaması kesinlikle sıfır. Üst üste apartmanlar veya ıssız sitelerle dolu, kalabalık ve kalabalık...Amma velakin şöyle bir sahile gidip de denize dalınca, evet Ankara'nın daha kuru ve kısır bir şehir olduğunu da kabul etmek zorunda kalıyorsunuz.
Yine de, Bahçelievler'de sabahın veya akşamın köründe yaptığım uzun yürüyüşler, Erzincan Mandıra'dan
Ankara-İstanbul çekişmesi bitmez. Ben de bu konuda kesin bir karara varabileceğimi sanmıyorum. Şu an Ankara biraz daha ağır basıyor, daha biz, daha Anadolu olduğu için, belki de çocukluktan kalan alışkanlıklarla. Daha reklamdan ve satıştan uzak, düz ve doğal geliyor bana, tıpkı Behzat Ç'de gözlemlemiş olabileceğiniz gibi :)
Dipnot (Aralık 2015): Bu yazıyı yazalı yaklaşık 4 yıl oldu, artık kesin bir fikrim var. İstanbul insanı yoran ve yaşlandıran bir şehir. Tüm iş olanakları buraya kaydırılınca ister istemez geleni çok her sektör ve kademeden. Amma velakin verdiği şey rekabetçi bir Almancı hayatından başka bir şey değil. Siteler yaşamıyor, insanlar sabah gidip akşam geliyorlar, yazları pencerede balkonda bir Allah'ın kulu bile yok. Çocuklar elinden telefon düşmeyen yabancı bakıcıların elinde büyüyor. Haftasonları nereye saldıracağını bilmeyen ailelerin ve diğer insanların tüketen kalabalığı her yerde. Bayramda tatilde, hatta pazar günleri şehre girmek ve çıkmak bir işkence. Lüks bir yerden çıkıp 5 dakika sonra camı açıp yol sormaya korkacağınız gecekondu mahallelerinde kaybolabiliyorsunuz. Sadece iş, tüketim ve hırs odaklı, çok yorucu bir şehir. Tezatları çok, sakin değil, çirkinliklerinin çokluğunda güzellikler kayboluyor. Öyle ayda bir gidip boğazı izlemekle de hiçbir dert unutulmuyor. Ankara bu durumda İstanbul'a beş basar diyorum. Tabii çılgın inşaat sektörü orayı da yutmazsa.
OUTLIERS (MALCOLM GLADWELL)
Bazı insanlar neden daha başarılı olur diye başlıyor kitap. Biz bu soruya genelde çok zeki ve hırslı oldukları, inanılmaz yetenekleri olduğu, hak etttikleri, azimle başardıkları gibi yanıtlar veriyoruz dünya genelinde. Malcolm Gladwell ise, bu faktörlerin tek başına yeterli olmadığını, aile, doğum yeri ve tarihi, tarihsel gelişmeler ve bunların içinde hangi statüde yer aldığınız, genetik ve kişisel özelliklerinizin de en az hırs ve çalışkanlık kadar önemli olduğunu söylüyor.
Hele de dünyanın en yüksek IQ'suna sahip insanına ait hikayeyi okuyunca, kendime bu kadar da yüklenmemeliyim diye düşünüyor insan. Sonuç olarak, hep başarıların da başarısızlıkların da destansı bir şekilde abartılmaması gerektiğini düşünen biri olarak, yarı bilimsel açıklamalar sunan bu kitap beni hayat ve kariyer hırslarım açısından bir parça da olsa rahatlattı. Aynı duyguyu daha güçlü olarak Alain De Botton'ın Statü Endişesi kitabında da yaşamıştım.
İçinde bulunduğumuz dönem bize illa ki başarmayı, ama ne pahasına olursa başarmayı öğütlüyor. Suni mutluluklar, bizi mutlu edeceğine inandığımız mevkiler ve materyal zevkler peşinde koşup duruyoruz. Elde edemediklerimiz için sürekli yeteneklerimizi sorgulayıp kendimizi suçluyoruz. Tüm bu hengamenin içinde arada bir durup ne yapıyorum, kimin için ve ne için yapıyorum diye düşünmekte fayda var.
- ilhamavcisi'nın notu: 6/10.
Labels:
alain de botton,
Kitap,
malcolm gladwell,
outliers,
statü endişesi
BÜLBÜLÜ ÖLDÜRMEK (HARPER LEE)
Erteleye erteleye sene oluyor 2011. Bilkent Kütüphanesi'ni gezerken elime geçiveriyor kitap, ve artık okuyayım diyorum. Yalayıp yutturmasa da, kendini azimle okutan bir kitap. Anneleri onlar küçükken ölmüş olan Scout ve Jem Finch kardeşlerin büyüme süreçleri, babaları, çevreleri ve birbirleri ile ilişkileri, ve dünyayı küçük kasabalarından yola çıkarak tanımaları tatlı bir dille anlatılıyor. Jem kardeşlerin büyük olanı. Babaları gibi olgun, anlayışlı ve ergenlik dönemine yeni yeni giren akıllı bir çocuk. Scout ise Harper Lee'nin çocukluğu. Zaten kitap da büyük ölçüde yazarın çocukluğuna dayanıyor. Scout evin küçük, yaramaz, hareketli, lafını kimseden esirgemeyen, güçlü ve korkusuz kızı. 8 yaşına gelmiş olmasına rağmen hala kot tulumla gezmesi ve saçlarını kısa kesmesi, dışarıda oynaması, başta halası olmak üzere hanım hanımcık kadınları rahatsız ediyor ve babasının ona iyi bakmadığını düşünmelerine yol açıyor. Babaları Athicus ise, olgun, bilgili, sakin, genelin dışında olarak çocuklara yetişkin gibi davranan ve sır saklamayan bir avukat.
Hikaye Alabama'da 1930larda geçiyor. Zenciler hala ikinci sınıf olarak görülüyor ve toplum hayatından dışlanıyor. Böyle bir ortamda babaları Athicus'a zenci bir adamın savunması veriliyor, hem de tecavüz suçundan. Çocuklar bu dava boyunca toplumun kendilerine dayattığı değerleri sorgulamayı ve iyi ve kötüyü kendi pencerelerinden algılamayı öğreniyorlar. Büyük insan topluluklarının zaman zaman acımasız olabileceğini ve çok düşünen insanların hep bir parça dışlanmış olacağını da anlıyorlar. Bir iki sene önce dalga geçtikleri ve yargıladıkları insanlara farklı bir gözle bakmaya başlıyorlar. Bunun en somut örneği de evlerinin yanındaki evde yaşayan ve hiç dışarı çıkmayan adam oluyor. Önceleri onu ve evi bir korku objesi ve cesaret testi olarak kullanırken, zamanla onu anlamaya ve sevmeye başlıyorlar.
Sonuç olarak, çocukların kişiliklerinin oluştuğu ve hayata dair kararlar almaya başladıkları dönemlerde,
Bu arada Harper Lee'nin bu tek kitabıyla Pulitzer ödülü almış olduğunu da yazmadan geçmemek gerek.
- ilhamavcisi'nin notu: 7/10.
Labels:
Film,
gregory peck,
harper lee,
Kitap,
to kill a mockingbird
ÇALIKUŞU (REŞAT NURİ GÜNTEKİN)
Öncelikle annesiz-babasız çocuk teması o dönemin meşhurlarından, karaktere baştan bir sempati duymanıza yol açıyor. Sonra Kerime Nadir ve benzeri tüm eserlerde görülen kuzen aşkı. Hala anlayamamışımdır, neredeyse kardeşin olan insanlarla bu tür bir ilişkinin romantize edilmesini.
Sonra Feride, yani Çalıkuşu, bildiğimiz konak kızlarına benzemiyor. Ela gözleri ve al yanaklarıyla çok güzel, ama bir o kadar da hareketli, yaramaz ve alışılageldik çıtı pıtı kız modelinin dışında. Herkese konakta yaramazlıklarıyla kök söktürürken yakışıklı kuzeni Kamran'a aşık oluyor kendisi de fark etmeden. Kamran'ın
Buraya kadar, bastırılmış Türk kadınında hayranlık uyandıracak bir cesaret ve gurur örneği olabilir. Aşk diye yanıp tutuşan kadınlar için içten içe aşk acısı çekerken, çevresinden sonsuz iltifat gören güzel ve bağımsız öğretmen modeli de cazip gelmiş olabilir. Amma velakin romandaki gizli mesajları (Reşat Nuri bilerek mi yaptı bilinmez) iyi okumak gerek. Feride tüm zorlukları çeker ve geriye dönmezken, Kamran onu aramak için sadece birkaç mektup gönderiyor ve kalkıp yanına gelme zahmeti göstermiyor. Sonra diğer konak dilberi ile evleniyor ve çocuğu oluyor. Çalıkuşu bu süreçte hep yalnız, yanında sadece babası yerine koyduğu doktor var, gönlü boş, Kamran'dan başka hiçkimse olmuyor. Ona aşık olan adamlar yüzünden de hep suçluluk duyuyor, başı belaya giriyor ve oradan oraya gitmek zorunda kalıyor. Sonra
Buna tamamıyla özgürleşme demek yanlış olur kanaatindeyim. Madem geri dönecekti, bari Kamran daha çok çaba gösterseydi demekten de kendimi alamıyorum. Yine de, yeni yetme kız çocukları ve romantikler için vazgeçilmezler arasında yer alıyor Çalıkuşu. Bendeyse eskiden sevdiğim ve sonradan iç yüzünü görüp görüşmemeye başladığım eski bir dost etkisi uyandırıyor. Bu arada Türkan Şoray'lı dizi daha güzel.
- ilhamavcisi'nın notu: 6,5/10
Labels:
aydan şener,
Kitap,
reşat nuri güntekin,
televizyon,
türkan şoray
TANGLED (KARMAKARIŞIK)
Dönemin kültürüne, alışkanlıklarına ve değişimlerine göre eski eserleri değiştirmek adettendir. Yeni dönem kahramanlar daha biliçli ve doğallar artık. Kadınlar çıtı pıtı beceriksiz mahluklar olmaktan çıkıp ellerinde tavalar (ama yine de domestik bir alet olan tava!) ve silahlarla kendilerini koruyor ve başlarının çaresine bakıyorlar. Rapunzel de tüm ihtişamına rağmen atlıyor, zıplıyor, sulara dalıp çıkıyor ve gerektiğinde kavga ediyor.
Fragmanlarını izlediğimde keyif alacağımı düşünmüştüm açıkçası. Ama film durgun, bilinen hikayenin çok da dışına çıkmıyor. Yakışıklı prensin yamuk burunlu bir hırsız olması dışında! Tabi bir de prensesimizin en sonra kısa ve kahverengi saçlı bir kıza dönüşmesi hariç :) Burada da alışılagelen güzellik anlayışlarının yıkılmaya çalışıldığını görüyoruz, aynı Shrek ve Fiona gibi.
Çocuklar için hoş olabilir, büyüklerin izlemesine çok da ihtiyaç yok.
- ilhamavcisi'nın notu 5/10.
ÜTOPYA (THOMAS MORE)
Her neyse, dersin bir bölümünde "A Man For All Seasons" adlı kitabı okumuştuk. Thomas More'u ben orada tanıdım. Başkaları gibi, The Tudors ve benzeri dandik tarih dizilerinden değil :) Ütopya okuma listemde var olmuş ancak sırasını bulamamış kitaplardan biriydi. İlk duyduğumda bendeki izlenimi 1984 gibi daha yeni bir eser olduğuydu, ancak kitabın Thomas More'a ait olduğunu öğrendiğimde şaşırmıştım adamcağızın 1500lerdeki öngörü gücüne.
Sene oldu 2011. Bilkent Meteksan kitapçısında yeni dönem kitaplarına bakıyorum. En sevdiğim şeylerden biri bu. Her dönem başında özellikle Amerikan ve İngiliz dili edebiyatı ve felsefe bölüm kitaplarına bakmak. Ütopya'yı rafta görünce okuma zamanı neden gelmiş olmasın diye düşünerek alıyorum. Sonuç olarak okudukça bakıyorum ki pek de düşündüğüm gibi çıkmıyor ve ilgimi çekmek yerine beni eğlendiriyor çoğu zaman.
Thomas More'u tüm ünvanları ve başarılarının yanı sıra, VIII. Henry gibi zor bir dönemde devlette üst düzey işler yapmış olmasına rağmen, naif, bir parça da romantik buluyorum. İyi niyetli ve her iyi niyetli insan gibi fazlasıyla optimist. İngiltere'nin kokuşmuşluğundan, sınıfçı ve gaddar yapısından, görmek zorunda kaldığı entrikalardan sıkılan bir adam olarak, o dönemin yeni ufku yeni Amerika'yı kendine gizli bir ütopik ülke olarak seçiyor. Ütopya yerlileri tek tip kıyafet giyoyorlar, tüketecekleri kadar üretiyorlar, kitap ve bilimle haşır neşirler, kendilerini geliştirmek için çalışıyorlar, hobiler ediniyorlar, çalıştıkça geliştiklerine inanıyorlar. Komün sistemde yaşıyorlar, evlerini, giysilerini, yiyeceklerini, hatta çocuklarını paylaşıyorlar. Buraya kadar tam bir komünist sistem olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ama aynı zamanda dindarlar da. Bir kısmı Hristiyan misyonerlerden Hristiyanlığı öğrenmiş ve o şekilde yaşıyor. Çocuklar büyüklere, kadınlar erkeklere itaat etmek zorunda. Bu kısmı da din içerikli. Bu durumda Thmas More'un neden hem komünistler, hem de Vatikan tarafından çok sevildiğini açıklıyor belki.
Kitap içerisinde bana en çok dokunan aile içi ilişkiler kısmı oldu. Kadınlar ayda bir kocalarına günah çıkarmak zorundalar. Evlilik öncesinde kadın ve erkeğin birbirlerini çıplak görmelerini isteme gibi bir hakları var. Ayrıca evlilik öncesi ilişki kesinlikloe yasak. Dönemine göre ileri, bir parça naif ve her şeye ütopya kavramını genç zihinlere anımsatan ve kendinden sonra pek çok önek gelmesini sağlayan bir kitap.
- ilhamavcisi'nin notu 6/10.
AVATAR: SON HAVA BÜKÜCÜ
Avatar Aang bende ilk önce bir Bugs Buny imajı uyandırdı. Oraya buraya zıplayıp kendini her olaya düşüncesizce atan yaramaz oğlan çocuğu tiplemesine de oldum olası uyuz olduğum için, Katara en baştan bu yana favori karakterim oldu. Sonra Aang'in düşünceli ve dikkatli tavırlar takınmasıyla uyuz olmaktan vazgeçtim en azından ama hala çok sevimli bulduğumu söyleyemem. Sokka yakışıklı bir savaşçı olmakla beraber, komedi unsurunu onun üzerinden işletmeleri karizmasını sarsıyor ne yazık ki. Bu tür serileri başarılı kılan tüm faktörler var aslında Avatar'da da düşününce. Harry Potter ve Pokemon serilerinde de, üç arkadaş, ikisi erkek biri kız. Baş rol erkek kahraman olmaya hevesli değil, hatta istemiyor, normal bir çocuk ve güçlü yanları olduğu kadar güçsüzlükleri de bulunuyor. Kız karakter akıllı, çalışkan, sorumlu, grubu toparlayan ve sıkıcı olmakla suçlanan anaç bir kişilik. Fevri olmamayı gerektiren en zor kişilik özelliklerinin de kadınlara yüklenmesi bir toplumsal yanılgı. Tamam doğamız gereği daha bir sabırlı ve kapsayıcı olabiliriz ama keşiş değiliz nihayetinde. Bir de Ron ve Sokka gibi komik, sevimli ve sorunlu yan elemanlar. Yolculuk hikayeleri hemen her zaman işe yarıyor. Hele de Avatar'da olduğu gibi yolculuğun ilerlemesiyle birlikte olaylar ve karakterlerin iç zenginliği daha da derinleşiyorsa.
Gelelim benim en favori iki karakterime: Zuko ve amcası. Kendi içinde çelişen, kendini
Nihayetinde, çocuklara özgü olmayan, içi dopdolu ama filmi Shamalayan tarafından katledilmiş, süper bir çizgi dizi Avatar. Güç, arkadaşlık, doğru ve yanlış, hırs, insan doğası üzerine mini bir özet. İzleyecekseniz lütfen orijinal dilinde alt yazılı izleyin, zevkine daha iyi varılıyor.
- ilhamavcısı'nın notu: 8/10.
AT VE ÇOCUK (THE HORSE AND HIS BOY)
Ana karakterimiz Shasta, bir balıkçı tarafından evlat edinilmiş sarışın tatlı bir çocuk. Henuz 10 yaşlarında. Babası ona her ağır işi yaptırıyor ve hor görüyor. Shasta hayatından mutsuz yani. Bir gün yaşadıkları yere bir Tarkaan (!) geliyor. İsimden anlayacağınız üzere, yazar Lewis de Türk kültüründen oldukça etkilenen ve kullanan edebiyatçılardan birisi. Tarkaan güçlü, soylu ve zengin savaşçı anlamında kullanılıyor, Tarkeena da bu grubun dişi üyelerine deniliyor. Tarkaan Shasta'yı görüyor ve babasından satın almak istiyor. Baba da bu karlı teklife karşı koyamayıp pazarlığa girişiyor. O sırada Tarkaan'ın atıyla ahırda bulunan Shasta onları duyuyor ve kaçmaya karar veriyor. O anda da at onunla konuşmaya başlıyor! Vakti zamanında Narnia'dan kaçırıldığını, oradaki atların ve diğer hayvanların konuşabildiğini, burada diğer aptal atlarla bir arada kalmak ve susmak zorunda kaldığını anlatıyor Shasta'ya, ve kendisiyle birlikte kaçabileceğini söylüyor. Shasta'nın hız için bir ata, atın da başıboş zannedilmemek için göstermelik bir sahibe ihtiyacı olduğu için anlaşıyorlar ve yola koyuluyorlar. Yolda Shasta'nın yaşlarında olan bir Tarkeena ile karşılaşıyorlar. O da zorla evlendirileceği için, sahibi olduğu konuşan atla Narnia'ya kaçıyor. Shasta'nın atı ve Tarkeena yol boyunce ukala tavırlarıyla çocuğu çileden çıkarıyorlar. Başlarına çeşitli maceralar geliyor. Aslında bu kitap Orta Doğu masallarını çağrıştırıyor, çöl havası veriyor insana. Anlatılan mekanlar ve insanlar da oralardan çıkma. Gerçi Narnia' ya kadar hemen herkesin kötü gösterilmesi de ayrı, yazarın düşüncelerini sergiliyor belki. Narnia'ya gittiklerinde olaylar tersine dönüyor, Shasta'nın kralın kayıp oğlu olduğu anlaşılıyor. Onca yıl ezilmenin karşılığını almış oluyor böylece.
Çarpıcı noktalardan biri, bizim Peter, Susan, Edmund ve Lucy kardeşler büyümüşler. Kral ve
Sonuç olarak, bir kez başlamamış olsaydım bu seriyi okumaya, elime alıp da özellikle okuyayım demezdim. İçindeki zenginliklere rağmen yavan olmaktan kurtulamıyor, hatta okurken bana yer yer sıkıntı verdi bile diyebilirim.
- İlhamavcisi'nin notu: 5/10
LITTLE BIG SOLDIER (JACKIE CHAN)
"Little Big Sodier"ı kardeşim Emrah'ın film arşivinden bulup seyrettim. Kendisini film zevkinden dolayı haşince eleştiriyor olsam da, arada güzel filmler buluyor :) Film son yıllarda pek çok örneğini gördüğümüz Çin'in kanlı ve sancılı birleşme döneminden bir kesit aktarıyor. Bu kesitin içinde bir abi-kardeş ilişkisi, bu ikilinin iktidar mücadelesi, vatanın herkes için değişen anlamı, savaşın etkileri ve genç bir generalle yaşlı bir asker kaçağının birbirini tanıma ve yakınlaşma hikayelerini bulmak mümkün. Filmi detaylı anlatıp izlemek isteyenlerin keyfini kaçırmak istemiyorum.
Son sahneye değinmeden geçemeyeceğim ama. Son sahnede Chan, hala barış içinde
Sonuç olarak, güzel bir hikaye, görselliği de hoş, izlenebilir.
- ilhamavcisi'nin notu: 6/10.
PRENS CASPIAN (NARNIA GÜNLÜKLERİ)
Bizim dört kardeş tren istasyonunda okula gitmek için bekliyorlar. Yaz tatili bitmiş, bavullarını vs. eşyalarını yanlarına almış, yatılı okulun yolunu tutmak üzereler. Bu arada Harry Potter ile bu serinin kitapları arasında bazı benzerlikleri görmemek de mümkün değil. R.K.Rowling daha iyi bir olay kurgucusu diyebilirim onun daha başarılı olmasını açıklamak için. Her neyse, tam tren gelmek üzereyken, kendilerini garip hissediyorlar, etraf sarsılmaya başlıyor ve içine doğru çekildikleri kütleden çıktıklarında kendilerini elma ağaçlarıyla dolu bir adada buluyorlar. Terkedilmiş bu adada buldukları harap şato ve içindeki eşyaların, kendi kral ve kraliçelik dönemlerinden kalma olduğunu anladıklarında, tekrar Narnia'ya geldiklerini de anlıyorlar. Aradan çok uzun seneler geçmiş, şatoları harap olmuş, terkedilmiş. Onlar iki gün boyunca burada elma yiyerek oyalanırken, Prens Caspian amcasıyla yapacağı savaş için adam toplamaya çalışıyor. Caspian'ın amcası geleneksel olduğu üzere, iktidar meraklısı, acımasız bir adam. Taht Caspian'ın hakkı olduğu halde, oğlunu tahta geçirmek için yeğenini öldürmeyi kafaya takıyor. Bunu fark eden Caspian da saraydan kaçıp ona karşı savaşmaya hazırlanıyor. Bu arada Narnia'nın gerçek habitantları yaratıklar, konuşan hayvanlar ve iyi devler yeraltına çekilmişler, gizli bir hayat yaşıyorlar. Caspian onları kendi tarafına alıyor, Narnia hayranı bir çocuk olduğu için. Savaş hazırlıkları sırasında eskiden beri tekrarlanan kehanetler hatırlanıyor ve büyük savaşta Muhteşem Peter ve kerdeşlerinin Narnia'ya geri geleceği üzerinde özellikle duruluyor. Susan'ın zamanında kaybettiği boru bir şekilde bulunuyor, Caspian bunu öttürüyor ve böylece bizim çocuklar yardım için Narnia'ya çağrılmış oluyor.
Ço
Kitabın filmini evde izlemiştim. Enteresan bir şekilde, bunda da film kitaptan daha iyiydi. Harry Potter'larda duyduğum o filmin eksikliği hissi burada tam tersine dönüyor, filmler kesinlikle daha heyecanlı. Tabii Caspian'ı canlandıran Ben Barnes'ı unutmamak gerek, çocukta kesinlike bir oyuncu ışığı var, ilerde daha da göreceğimizi düşünüyorum.
Sonuç olarak, ben başladığım kitapları bitirmeden bırakamayan manyaklardan olduğum için okudum, hatta kalan kitapları da bir zaman okuyacağım. Ama kitabı okumayın, istiyorsanız filmi izleyin diyebilirim.
- ilhamavcisi'nın notu: 5/10.
Subscribe to:
Posts (Atom)