Wednesday, December 12, 2012

Yeni Atlantis (Francis Bacon)

Francis Bacon ismi üzerinde biraz düşününce aklıma şunlar geldi. İnsan içinde doğduğu tüm koşulları zamanla normalleştiriyor. Hatta düzeltiyorum, içinde doğduğu ve sonra da içinde olduğu her şeyi normalleştiriyor. Yabancı isimler, mekanlar ve eserler bizde daha iyi oldukları duygusunu yaratıyor çoğu kez. Ve çoğu kez de bu duygu aslında doğru olmayabiliyor.

Francis Bacon bizim Ferit Pastırma isimli bir yazarımız, kitabı da Yeni Atlantis değil de Yeni Efes (bira değil şehir) olsa idi, yine böyle bilinir olur muydu, tabii ki olmazdı. Bizler büyük ihtimalle okumazdık, okusak da aşağılardık, ve Avrupa ve Amerika'nın yayıcı pazarlama gücüne sahip olmadığımız için kitap sadece Türkiye ile sınırlı kalırdı.

Neyse, Bacon benim uzun süredir okumak istediğim bir isimdi. Kendisi enteresan bir kişilik. Devlet görevinde oldukça yükseliyor, hırslı, bir dönem rüşvet almakla suçlanıyor, suçunu kabul ediyor. Ama sonraları ahlak konusunda takdire şayan dersler veriyor. Çelişik tutumlar sergiliyor yani, dediğimi yap yaptığımı yapma usulü :)

Bacon'ı bu kadar meşhur eden yanıysa bilime yaptığı felsefik katkı. Deneysel bilimin, doğaya dönüşün ve en önemlisi tümevarım yönetiminin tohumlarını atmış olması onu dönemdaşlarından farklı bir yere koyuyor.

Yeni Atlantis onun son eserlerinden biri. Ütopik bir toplumu ele alıyor kitabında. Ütopik toplum denilince akla gelen ilk kitap tabii ki Thomas More'un Ütopya'sı. More'dan sonraki dönemlerde etkin olan Bacon'ın ütopik toplumu da o dönem İngiltere'sinin sorunlarından ilham alıyor ama temeline bilimi de yerleştirerek farklılaşıyor.

Bir grup denizci Atlantik'te kayboluyor, günler sonra karaya ulaşıyor ve farklı bir adaya geldiklerini anlıyorlar. Burada kurallara bağlı ve barışçı bir toplulukla karşılaşıyorlar. Kendileri de bu barışçı ortama uyum sağlarlarsa orada kalabileceklerini anlıyorlar.

Onlara uyum süreçlerine adanın önde gelenleri topluluk kurallarını anlatıyor. Kesinlikle rüşvet almıyorlar :) Hatta bu söz konusu olduğunda "aynı iş için neden iki kez para alayım" diyerek reddediyorlar.

Ne yazık ki burada da ataerkil bir yapılanma söz konusu. Evin reisi erkek, ondan sonra büyük erkek çocuğu geliyor. Erkeklerin bu düzeni ütopik toplumlarda da devam ettiriyor olmaları bana çok komik geliyor. Döneminden düşünce yönünde önde giden erkekler bile, her şeyi tekrar düşünür ve yapılandırırım ama toplumdaki etkin yerimden vazgeçmem diyorlar.

Her neyse, Yeni Atlantis'te en önemli şey bilimsel çalışmalar. Dünyadaki her gelişmeyi yakından takip ediyor ve üzerine fersah fersah yenilerini ekliyorlar. Savaş aletleri, tarımsal çalışmaları, hekimlik uygulamaları dünyanın geri kalanından çok daha ileride. Bunun temelini de deneysel ve özgür çalışmalar oluşturuyor.

Dikkat çekilebilecek iki nokta şu. Biri bilim merkezlerinin adının Süleyman Evi olması. Bu, doğunun bilimsel gelişiminin batıdan çok daha önce başlamış olmasına yönelik yapılan bir atıf, takdire değer. İkincisi de bu gelişmiş toplumun sıkı bir Hristiyan grubu olması. Hristiyanlığı da taaa oralara kadar bile giden misyonerlerden öğreniyorlar. Bu da Avrupa'nın aslında bizim zannettiğimizin aksine dine ne kadar önem verdiğini gösteriyor. Bence bizimle ilgili en büyük sorunları da bu.

Bacon kitabı yazmayı bitirememiş ne yazık ki. Bu da sonuna bir gizem ekliyor. Bitirse nasıl olurdu bilemiyorum ama bu haliyle de okumaya değer. Yazı dili oldukça sade, akıcı bir şekilde ilerliyor kitap. Sizin ütopik toplumunuza ışık tutar mı bilmem, bazı yanlarıyla benim hoşuma gitti ama sanırım benim ütopyam biraz daha farklı olurdu.

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

The Jane Austen Book Club

Jane Austen sevmeyen kadın var mı arkadaşlar sorarım size! Kadınların ideal erkek arayışlarını kitaplarında mutlu sonla gerçekleştiren amma velakin kendi hayatında bu ideale erişemeyip eldekilere de hoşçakal diyen Jane Austen, kadınların aşka dair süreçlerini değişik şekillerde ama hep aynı şablonla anlatıyor bizlere.

Jane Austen kitap kulübünde benim yıllardır yapmak isteyip de uygun arkadaş ortamını bulamadığım için yapamadığım bir kitap kulübü aktivitesi var. Bir grup kadın her ay bir Austen kitabı tartışmak üzere sözleşiyor. Tabii ki hepsinin birbirinden farklı kişilik yapıları ve hayatları var.

Kitaplar sırayla akıp giderken bu kadınların hayatlarını da yakından görüyoruz. Birbirleri ve hayatlarındaki ilişkiler film sona yaklaştıkça güçleniyor ve sonunda mutlu bir grup olmayı başardıklarında film bitiyor.

Tabii her karakter bir Austen karakterine de benziyor. Hoş bir nokta kitap kulübüne katılan bir erkek olmuş. Erkeklerin de aslında Austen sevebileceğini ve onun kitaplarına önyargılarını yansıtmışlar.

Gösterişsiz, iddiasız ama eğlenceli bir film olmuş. Ne yazık ki ben de sınıflama yapacağım ama tatlı bir kadın filmi olmuş :) Pek çok erkek öyle ya da böyle bu filmleri izlemeyi sevmiyor, ve bence çok da zorlamamak gerek onları.

Tek başınıza olduğunuz bir gün öylesine keyif yapmak için izlemek isterseniz kesinlikle öneririm.

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10.

Tuesday, December 11, 2012

Türkan Şoray: Sinemam ve Ben

Türkan Şoray bir fenomendir, güzelliktir, şefkat, sevgi ve saygı duyduğumuz bir aile dostumuzdur sanki. Varlığından mutluluk duyduğum nadir ünlülerimizden Türkan Şoray. Bir gün olsun ukala bir tavrını, yanlış bir hareketini görmüş değilim. Kendisini kontrol etmeyi bilen, gelişime açık, güzelliği ve başarısına rağmen hala utangaç, kendisi kadar başarılı olmayan meslektaşlarını utandıracak kadar mütevazı. Öyle ya da böyle toplum önüne çıkan kişilerin örnek alması gereken yegane isimlerden birisi bence.

Otobiyografisini yazmış, görünce çok sevindim. Bunca yıldır izlediğim filmlerini yaparken neler yaşamış, neler hissetmiş öğrenmek güzel olur diye düşündüm. Hem de biyografi hastasıyım biliyorsunuz, kaçırır mıyım Türkan Şoray'ınkini, kaçırmam! İtiraf ediyorum, D&R'a gidip gelirken baktım ki okumuşum bitmiş. Alamadan bitti kitap yani anlayacağınız.

Akıcı ve samimi bir dille yazılmış kitap. Çocukluğundan başlıyor, şimdiki zamana kadar geliyor. Hem kendi ağzından, hem de onun için başkalarının söylediklerinden Türkan Şoray'ın görmediğimiz hayatını görebiliyoruz.

Oyunculuk için büyük bir sevgi duyduğunu, utangaçlığının ve içine kapanıklığının sadece kamera karşısında geçtiğini, kariyeri onları aştığı için erkeklerle muhtemelen pek de mutlu olamadığını, iyi oyuncu olmak için elinden gelen her şeyi yaptığını ve her zorluğa katlandığını görüyoruz.

Oldu bitti oyunculuğunu severim, kendi kendini eleştirdiği eski zaman abartılı oyunculukları da dahil. Ama yönetmen tarafını sanırım daha bir severim Türkan Şoray'ın. Erkeklerin hüküm sürdüğü bir dönemde ve alanda bu işe soyunmak pek kolay değil. Onunla aynı ayarda anılan Fatma Girik, Hülya Koçyiğit ve Filiz Akın'ın da yapmamış olduğu bir şey zaten. Hatta o dönem oyuncularından bir tek Kartal Tibet bunu başarmış. Türkan Şoray'ın yönettiği ve oynadığı filmlerin üçü hala zevkle izleniyor. Yani iyi iş çıkarmış ve yönetmen olarak da devam edebilirmiş aslında.

Gerek Türkan Şoray sevgisinden kaynaklı olsun, gerekse de işine aşkla sarılmış iyi niyetli bir insanın hayat gelişimini izleme merakından kaynaklı olsun, okumanızı tavsiye ederim. Bir de, ne kadar başarı elde edilmiş olursa olsun, insanlığa hizmeti ve toplumun bir parçası olmayı unutmamayı, erdemlerin üstünlüğünü vurgulaması bakımından okunmasında fayda var.

Erdemlerin üstünlüğü demişken, hiç hatası yok mu, tabii ki var. Belki de bilmediğimiz kadar çok. Ama sanki hata yapmamaya gayret eden, hatalarından pişmanlık duyan ve telafi etmeye çalışan bir tavır görüyorum kendisinde, bu hoşuma gidiyor. Yoksa, yandaki resimden de görüleceği üzere, her güzel kadının güzelliğinin üzerine saldırılması ve o bunu olgunca kabullenene kadar yaşadığı kargaşayı o da yaşamış.

Şimdinin ünlüleri ya şöhret sarhoşluğu içerisinde abuk sabuk işler yapıyor ve halkın kendilerini tahtları üstünde ellerinde taşımalarını bekliyor; ya da kimseyle konuşmayacak kadar ukala ve aşağılayıcı. Gerçi millet de eski millet değil, daha yüzeysel, boş ve ucuz işler peşinde ama bu durum herkes körüklediği sürece değişmeyecek bir olgu. Kendilerine sanatçı diyen insanların gelişime destek olması gerektiğini düşünüyorum. Bu da bugünün çıkarımı olsun bu yazı için :) Hepinize iyi okumalar.

- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.

YABAN ÖRDEĞİ (Henrik Ibsen)

Benim için tam bir hayal kırıklığı oldu Yaban Ördeği. Keşke okumaya başlamasaydım diyorum hatta, sırf başladım diye bitirmek zorunda kalmazdım. Ama bizim 80lerdeki zengin karşıtı filmlerimizin kaynağını bulmuş oldum en azından, o da bir kazançtır :)

Kullandığı simgeler göze sosis kalınlığındaki parmaklar gibi batıyor Ibsen'in. Zengin ve pragmatist Gregers tarafından vurulup onun köpeği tarafından kurtarılan yaban ördeği ile onu tavan arasında besleyen ve zamanında Geregers'in kötülüğüne uğrayıp köşesine çekilen Werle arasındaki benzerliği ilkokul çocukları rahat anlayabilir.

Diyaloglar, karakterlerin sergilenişi bana pek mekanik, gerçekçilikten uzak ve soğuk geldi. Yapmaya çalıştığı şeyi anlıyorum ama oyunun tümündeki ruhsuzluk bu mesajları da gözümde geçersiz kılıyor.

Hele ki son sahnede kızlarının kendini vurduğunu öğrenen Werle çiftinin verdiği tepkiler pek mide bulandırıcı idi. "Vurulmuş mu vah vah, neyse üzülmeyelim Hakkın rahmetine kavuştu" şeklinde bir yaklaşım 100 sene öncesinin Avrupa'sında dahi kabul görür mü bilmem.

Sonuç olarak, beğenmedim, hem de hiç beğenmedim. Bir yerden özetini bulup okusanız da olur, kıymetli vaktinizi boşa harcamayın Yaban Ördeği'yle.

- ilhamavcısı'nın notu: 4/10.

SKYFALL

Feminist bir hatun olarak James Bond'dan hoşlanmama hakkımı yıllarca sonuna kadar kullanmış bulunuyorum. Sadece karakterin ilkel zevkleri ve izleyici kitlesinin göz zevki için kullanılan kadınları görmekten hiçbir zaman pek hoşlanmadım. Bundan büyük keyif alanları da kınıyorum hatta :)

Aynı Batman serisi gibi Bond filmleri de 2000li yıllara kadar kendi kaldırabileceği kadar dahi mantık içeriğine ve sağlam senaryoya sahip olmayan kötü absürd filmler idi.

Daniel Craig'le birlikte serinin sağlam zemine doğru geçiş yaptığına inanıyorum. Karakterde artık daha bir derinlik ve bütünlük var. James Bond zenginleşti yani ruhsal yapısı itibariyle.

Olay örgüsü de artık sadece dövüşürüm, koşarım, coşarım, içerim, işten arta kalan zamanda da sevişirim şeklinde değil. Takip sahneleri daha gerçekçi, patlamalar yıkımlar daha az, Bond'un da güçlü ama sonuçta insan olduğuna vurgu yapan sahneler var. MI5 ve Bond'un içindeki duygusal patlamaları izlemek keyifli. Ama hala şebek Bond kızları çoğunlukla oldukları gibi duruyorlar :) İşlevleri soyunmak, işve yapmak ve gerekirse sevişmek.
Ian Flemming'in ya kadınlardan yana çok sorun yaşadığını, ya da kadın düşmanı olduğunu iddia edeceğim. M haricinde işe yarar bir hatun karakter yok hiçbir filmde. Bu filmde saha görevine çıkan bir kadın ajan Bond'u vuruyor yanlışlıkla, sonra da saha görevinin kendine göre olmadığını anlayarak masa başına geçiyor. Elinin hamurunu erkek işlerine bulaştırmıyor yani :)

Skyfall diğer fimlerden daha bir başka olmuş bence. Hem M, hem de Bond yaşlılık ve bitmişlik bunalımı yaşıyorlar. Ama M bunun içinde kendi sonunu bulurken Bond tekrar diriliyor. Ben hala varım ve iyiyim diyerek işe kaldığı yerden dönüyor. M'in gidişatı ile ilgili biraz ipucu vermiş oldum ama çok da açmayayım, izleyip kendiniz görün şimdiye kadar başka yerden duymadıysanız burada öğrenmeyin. Bu eskimişlik sendromu içerisinde Bond'un geçmişine gitmeleri ve eski usullerle savaşmaya çabalamaları, yani aslında eskinin eski değil temel  olduğunu göstermeleri hoş olmuş.
 
Filmin başlangıcı büyük ölçüde Türkiye'de geçiyor. Tabii İstanbul'da, yabancıların başka şehirlerimizle pek ilgilendikleri yok ne yazık ki. Gerçi bizim devlet büyüklerimizin de başka şehirlerle pek ilgilendikleri yok ama bu buranın konusu değil, geçelim.

Açılış sahnelerini izlerken aklımdan geçenler şunlar oldu: Elinizi kolunuzu sallaya sallaya ülkelerimize geliyorsunuz, pazar yerlerimizi, tarihi mekanlarımızı babanızın çiftliği gibi yıkıp döküyorsunuz, trenlerimizi parçalayıp, sahil kenarındaki evlerde egzotik gösterdiğiniz kadınlarımızla birlikte oluyorsunuz, trafiğimizi felç edip zerre sallamıyorsunuz, bizim kaotikliğimiz ve görece geri kalmışlığımız sizin dingin hayatlarınıza bir korkutucu tat versin istiyorsunuz. Sonra bu hikayeyi film yapıp bize satıyorsunuz, biz de bayıla bayıla izliyoruz. Küreselleşme ve sömürgeleşmenin gücü!
Neyse efendim, James Bond'dan ekonomik ve felsefik çıkarımlar yapmayalım şimdi. Daniel Craig sarışın olmasına rağmen en başarılı Bond'lardan biri oldu bence. 1-2 film daha yapmasını umut ediyoruz. M, yani Judi Dench her halukarda izlemekten zevk aldığım bir oyuncu. Ralph Fiennes burada garip bir şekilde sevimli olmuş rolüyle. Q rolünde Cloud Atlas'ın müzisyen çocuğu freek rollerinde başarılı olacağının sinyallerini veriyor.

Film bütünüyle başarılı bence. Amma velakin Bond kızları dökülüyor bu sefer, ahım tuttu galiba :) Bir de Javier Bardem tamam iyi oyuncu ama o sarı saçlar, çekik gözler, kötü İngilizce aksan, gay ayakları ve duygu yüklü zorlama oyunculuk ne öyle! Hiç olmamış, izlerken konuşmasına takıldım feci şekilde. Kendisi, Penelope Cruz, vali Arnold ve Salma Hayek yıllardır Amerika'da yaşayıp, film çekip hala öğrenemediler ya İngilizce'yi yuh diyorum başka da bir şey diyemiyorum, ne diyeyim.

Sonuç olarak izleyiniz, içinizdeki epik güdüleri bu şekilde dindiriniz, yüzeysel bir film olarak bakınız, fazla derine inmeyiniz. Ha bir de Skyfall ne demek diye düşünürseniz sağanak, şiddetli yağmur demek. Filmin geneli bana Bond'un nasıl Bond olduğuna dair yeni bir film geliyor diyor, bakalım.

- ilhamavcısı'nın notu: 6,5/10.

Wednesday, November 21, 2012

The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 2

Vampirleri, kurtadamları, büyüyü, büyücüleri, cadıları, başka başka gezegenleri, kısacası bilinen dünyanın dışındaki fantazi dediğimiz dünyaya bayılanlardan biri de benim, itiraf ediyorum!

Buna rağmen benim vampir severliğim Buffy the Vampire Slayer ile temellenmiş olup, vampirleri kötü güç olarak gören sınıfa giriyorum. Arada Angel gibi iyi yürekli :) ve otokontrolü yüksek vampirler çıkıyor olsa da, kendilerini evrenin iblisi tarifine giren yaratıklardan görmek usule daha uygun geliyor :)

Öyle vampir olmaya özenme, gözleri simsiyah boyayıp duygusuzmuş gibi davranma ayakları bana saçma geliyor. Belki de kendini gösterme çabası bilinçaltındaki, bir tür başkalaşma ve dayandığı kavramdan güç alma çabası olarak gördüğüm için vampir özentiliğini.

Twilight'ı da bu düşüncelerimin ışığında ucuz buldum hep. Ne serinin tamamını okudum, ne de filmlerin tamamını izledim. Hatta daha da ileri gideceğim ve yazarı Stephanie Meyer'ın da genç kız hayallerinde yaşayan kötü bir kurgucu, edebi yönü zayıf bir yazar olduğunu düşündüğümü yazacağım. Hatta ve hatta hayata dair kırıklıklarını ve umutlarını bu seri ile yansıttığını bile söyleyebilirim.

Kurgunun ve fantezinin bile dayanacağı sınırlar ve kendi içinde bir tutarlılık ve bütünlükten gelen kaliteye oturtulması gerekiyor. Twilight'ta bunlar yok. Belki de Twilight serisi bu başarısını, gerçekten "loser" tabir ettiğimiz bir genç kızın elinden çıkma, kötü yazılmış bir fanteziler serisi gerçekliğinde olmasından kazanıyor. Belki de artık "best seller" olan kitapların hemen hepsinin insanı yormayacak türden olması ve insanların zamansızlık kisvesi altında kafa yormayı reddetmesinden, ucuzun ucuzu körüklemesinden, ve satışçıların,yayınevlerinin kar amaçlı olarak bunu daha da körüklemesinden.

Madem tüm bunları düşünüyorsun, öyleyse neden filmi izlemeye bir de hakkında yazı yazmaya zahmet ettin derseniz, herkesin arada avam zevkleri olması gerektiğine inanıyorum. Zaman zaman beyni yormayacak, ama tadında eğlendirecek, basitliğiyle sakinleştirecek şeyler de tüketmek gerek.

Breaking Dawn da serinin geleneksel durgun havasını bozmuyor. Az olay oluyor, bir ara Cesur ve Güzel tadında bir sahnesel akışa kavuşuyor ve sinemada pembe dizi modunu yakalamış oluyorsunuz. Gerekli aksiyon yaşanıyor, sevdiğiniz karakterlerin kafası uçuyor, vücutları yakılıyor, uçuruma düşen gözlerinin içine bakıp üzülüyorsunuz. Düşmanlar yenilince koltuğunuzda şöyle bir rahatlıyorsunuz. Sonra aaa, bir de bakıyorsunuz ki hiçbiri yaşanmamış. Yani sonunda hem aksiyon severler, hem de sevdiği karakterler için üzülmüş olanlar tatmin edilmiş oluyor.

Bella'nın ağzından yapılan vampirlik propagandasını hiç faydalı bulmadığımı söylemem gerekiyor. Kendisinden, hayatından ve potansiyel geleceğinden mutlu olmayan bir sürü ergen var dünyada. Bu çağ tam da insanın kendini sorguladığı, her şeyin mutsuzluk ve tatminsizlik yaratma potansiyeli olduğu bir dönem.

Gençlere başka bir şeye dönüşerek mutluluğu yakalayabileceklerine dair verilen mesajları sevmiyorum. Zor ama daha uygun olanı elindekini optimuma çekmek değil mi?

Bir de Allah aşkına, Jacob ve Renessmee'nin beşik kertmesi çok rahatsız edici idi benim için. Bir çocuğun dibinde onunla evlenmek için bekleyen bir erkek düşüncesi, ülkemiz kültürü düşünüldüğünde çok itici geliyor insana.

Amma velakin, sonuç olarak ne oldu? Hiç de beklemediğim bir şekilde ben bu filmden keyif aldım arkadaşlar! Kimse bu film hakkında o kadar da iyi konuşmazken ben neden beğendim peki? Belki arşivci yanımın seri filmlerin sonunu epik bir merakla beklemesindendir bu keyif. Belki içinde olduğum psikolojiden. Belki de çok derine girmeden izlediğim ve fazla beklentim olmadığı için, bilemiyorum. Sonuç olarak, itiraf ediyorum ki, beğendim, izledim, tavsiye ederim :)

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

Thursday, November 15, 2012

Brave (Cesur)

Pocahontas vb. ilk animasyonlar piyasaya çıktığında biz lisedeydik, bir heves hepsine gider izlerdik diyeceğim, hem yaşım ortaya çıkacak, hem de geçmişte yaşayan tarih atlası suratlı bir nine edasına bürünmüş olacağım, gerek yok :)

Amma velakin, diyeceğim o ki, o günlerden bu günlere, bol olan her şey gibi animasyonların da suyu çıktı. Çok güzel olup insanı düşündüren, duygulandıran örnekleri olduğu gibi; izleyip izlememenizin fark etmeyeceği vasat örnekleri de bulunuyor.

Girişimden anlayacağınız üzere, Cesur bana göre vasat bir örnek olmaktan öteye gitmiyor. Afişindeki uçuşan, kıvırcık kızıl saçlara ve elindeki yay ve oka kanıp, akıcı bir kadın savunucusu film izleyeceğimi düşünürken karşıma bildik bir anne-kız itişmesi ve kadınlığa dair klişeler çıktı.

Cesur kızımız ele avuca sığmayan, at binmeyi ve ok atmayı seven, otoriteye gelemeyen deli bir kan. Annesi de kuralcı, görgü kurallarını yalayıp yutmuş, ne zaman nerede nasıl davranacağını bilen, heyecan vs. duygularını ustaca saklamayı bilen bir hanımefendi.

E doğal olarak anlaşamıyorlar, her biri diğerini kendisine benzetmeye uğraşıyor, araları iyi değil. Kızımız annesine çok kızdığı bir gün ormanda bir cadıya rastlıyor, dileği yanlış işleyince annesi ayıya dönüşüyor.

Ayı ne demek? Kural tanımayan, görgüsüz ve kocaman bir hayvan. Anne kız bu şekilde ormanda çare ararken birbirlerini anlamaya ve tanımaya başlıyorlar. En sonunda anne kızı ve ailesi için, aynı cadının ayıya dönüştürdüğü kötü bir adamla dövüşüyor ve vahşi, özgür yanını keşfediyor.

Sonunda tekrar insana dönüyor, birbirlerini seviyorlar, kah el işi yapıyorlar, kah ata biniyorlar, çok yönlü olmayı başarıyorlar. Film de mutlu sonla bitiyor. Güzel kızların ve masal prenseslerinin illa ki evlenme delisi olmadıklarını da göstermesi, verdiği mesajı çok hoş. Kadın varlığını ve kimliğini sadece evlilik yoluyla kazanmaz diyor.

Biz yetişkinlerin zevk alacağı animasyonlardan değil, çocuğunuz yeğeniniz varsa izletilir. Keza, 7 yaşındaki karşı komşumuz çok beğenmiş, çok zevkle anlattı bana :)

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10.

Hope Springs (Aşk Yeniden)

Yürümeyen, sıkıcılaşmış ve kendi içinde tekrarlayan evlilikler üzerine kitap ve film boldur. Aşk Yeniden de bunlardan biri. Benim için onu diğerlerinden ayıran nokta, hedef kitle olan 18-35 yaş arası dışına çıkarak hayatlarının sonbaharındaki bir çifti ele almış olması.

Tipik bir Holloywood komedisi değil. Steve Carell'i görüp de kendine özgü komikliklerini bekliyorsanız bu film o film değil. Film boyunca, son sahne hariç mimiği az ve ciddiye yakın bir psikolog rolünde görüyoruz onu.

Tommy Lee Jones izlemekten pek hoşlandığım bir oyuncu değil. Fazla nemrut buluyorum kendisini. Bu nemrutluğu oynadığı adamı yansıttığı için bu sefer iyi gitmiş. Her gün aynı saatte kalkan, aynı saatte eve gelen, aynı programı izleyip aynı saatte yatan, cinselliğini ve duygularını unutmuş bir adam. Karısının yakarışlarını duymuyor, duyamıyor, hayatın ve işinin içine gömülerek kendine güvenli bir daire oluşturup öyle yaşamayı tercih ediyor.

İnsanların neden delice Meryl Streep hayranı olduğunu merak etmişimdir. Buldum: zahmetsizce karaktere girip verebiliyor. Onu da izlemekten müthiş tat aldığımı söyleyemem ama rolleri ve filmleri çoğunlukla, hatta hep diyebilirim iyi çalışılmış oluyor. Burada da toplumun kendisine verdiği anne ve eşlik görevlerini tatlılık ve çalışkanlıkla oynayan, kocasından şefkat ve ilgi bekleyen ama bulamayan, bunu da en sonunda sessiz bir isyana dönüştüren, herkesin ailesinde bir dönem bulunması mümkün bir kadını canlandırıyor.

Terapiler bir noktada sıkıcılaşmaya başlıyor ama içerik açısından kimseye uzak olduklarını zannetmiyorum. İlişkiyi kurtarma çabaları, bu çabalar sırasında çektikleri ayrı ayrı işkenceler biraz iç burucu.

Özellikle Tommy Lee Jones'un, sırf karısı kendisini terk etmesin diye onu çıkardığı güzel akşam yemeği ve kiraladığı otel odası, ama bunları aslında isteyerek yapmış olmaması, ister gibi görünmesi ve karısının da bunu anlaması üzücü ve gerçekçi.

Ve yine gerçekçi bir olayla, Meryl Streep evi terk etmeye kalkışınca adamcağızın aklı başına geliyor ve araları düzeliyor. Çok gerçekçi, herkesin yakından veya uzaktan duyduğu veya yaşadığı olayları tekrar sinemada veya evde izlemeye gerek var mı bilemiyorum.

Belki yeni evlenecek olanlara veya genç kuşaklara izletmekte fayda vardır. Evliliğin veya uzun süreli ilişkilerin yıpranabileceğini, sevginin zaman zaman arka planda kalabileceğini, onu canlı tutmak için çaba gerekeceğini, bazen kendimizi sevdirmeye çalışırken daha da uzaklaştırıp komik düşebileceğimizi, sınırlarımızı yıktıkça ilişkilerimizi geliştirebileceğimizi bilsinler değil mi?

- ilhamavcisi: 6/10.

Monday, November 12, 2012

Rise of the Planet of Apes

Star Tv'nin ya test yayını dönemiydi, ya da yayına yeni başladığı zamanlar. Annem dersanede çalışıyor, ben evde yalnızım, deli gibi televizyon seyrediyorum. Bir cumartesi Maymunlar Cehennemi filmini vermişlerdi, ilgiyle izliyorum, 9-10 yaşlarındayım.

Filmin sonunda plajda yarısı gömülü kalmış Özgürlük Heykeli'ni gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı ve fikri şoku anlatmam güç. Filmi sanki farklı bir gezegende imiş gibi izlerken, gelecekte ve dünyada olduğunu görmek gerçek bir sarsıcı an olmuştu o anda bana. Ne olmuştu da insanlar insanlıktan çıkıp medeniyetlerini kaybetmişti? Maymunlar nasıl efendimiz olmuştu? Binlerce yıllık saltanatımız nasıl bitmişti?

Bu soruların cevabının ilk kısmını Rise of the Planet of Apes filminde bulmak mümkün. Konusu itibariyle sarsıcı olan Maymunlar Cehennemi filminden Hollywood hala nasipleniyor. İnsanoğlunun etrafındaki canlı ve cansızlara ettiği zulüm ve gücün getirdiği handikaplar hala insanları düşündürmeyi başarıyor bence.
Bu film diğerleri kadar ses getirmemiş olabilir. Ama olayların çıkış noktasını anlatması itibariyle serinin severlerini tatmin eder diye düşünüyorum. Her ne kadar James Franco'yu rolüne tam oturtamamış olsam da, ortanın üstü bir filmle karşı karşıyayız.

James Franco alzhemier hastalığı başta olmak üzere, beyinle ilgili sorunlara çözüm üretebilecek bir araştırma üzerinde çalışıyor. Bulduğu ilaç beyin aktivitelerini düzeltmek bir yana, beyni geliştiriyor. Bu projeyi yatırımcılara anlattıkları gün deney maymunlarından biri personele saldırıp toplantıyı basıyor ve güvenlik tarafından vuruluyor. Dolayısıyla proje ve araştırma çöpe gidiyor, James Franco'nun süper star durumu da arka plana düşüyor ve vasat bir şirket çalışanı haline geliyor.

Bir mantık hatası şu olabilir. Saldırgan olan maymun meğer o gün doğum yapmış ve yavrusunu korumak için saldırganlaşmış. Araştırma yapan ve maymunlardan düzenli olarak kan örnekleri alan ekip bunu bilmiyor. Pek inanılır gibi değil.

Neyse, bizim James yavruyu gizlice evine alıyor ve büyütmeye başlıyor. Adını Ceasar koyuyor. Ceasar kısa sürede büyük ilerleme gösteriyor ve insani yetenekler sergilemeye başlıyor. Sonra nasıl olduğunu anlatmayayım, bakım evine düşüyor. Diğer maymunların aşağılaması ve grup baskısıyla karşılaşıyor. Lider olmayı öğreniyor ve farklılıklarını akıllıca kullanmaya başlıyor. James'in evinden ilaçları çalarak daha fazla akıllı maymun üretmeye başlıyor.

Filmin bence en can alıcı sahnesi Ceasar'ın konuşmaya başladığı sahne. Bakımevinin işkenceci çalışanına "hayır" dediği sahne görülmeye değer. İnsana baş kaldırıp hayır demesi de manidar bir anlatım olmuş. Bu arada hayır dediği adamı da Harry Potter serisinin Draco Malfoy'u oynuyor. Çocukcağız bu rolle birlikte kendini kötü adam rollerine hapsetmiş oldu, geçmiş olsun.

Bundan sonrasında birçok maynun bir araya geliyor, örgütlü bir saldırı ile kendilerini özgürleştiriyor ve ormana doğru kaçıyorlar. Bundan sonrasında yeni bir geleceğini tahmin etmek güç değil. İnsanla maymunun arasındaki savaşı ve nükleer çöküşü anlatan bir film bekliyorum ilerdeki yıllarda.

Bir de Andy Serkis'ten bahsetmekte fayda var. Adamcağız yeni bir oyunculuk türü geliştirdi. Gollum, King Kong, Ceasar derken zor rollerde yüzünü göstermeden parlamaya devam ediyor. Maymunlar oldukça gerçekçi idi. Serkis'in mimikleri de hislerini çok iyi anlatıyordu.

Seriyi sevdiyseniz, hayvanseverseniz, ya da sadece zaman geçirmek film izleyecekseniz, gönül rahatlığıyla izleyiniz.

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

Friday, November 2, 2012

Melekler ve Şeytanlar: Angels and Demons (2009)

Oyuncu olmuş olsaydım, sanırım Tom Hanks olmak isterdim. Hemen her filminin senaryosu güçlü, oyunculuğu göze batmıyor ama kendini belli ediyor, kararında karaktere giriyor, hiçbir şeyi abartmıyor ama tam tadında seyirciye sunuyor, özel hayatını bilmiyoruz. İşler onun için tıkırında yani :)

Daha önce de yazmıştım, Tom Hanks filmlerinin iyi olacağına dair bir beklenti ve önyargım var, genelde de beni yanıltmıyor. Melekler ve Şeytanlar da bu beklentileri karşıladı sayılır.

Film Dan Brown'ın aynı adlı kitabından uyarlanmış. Dan Brown'u sanırım herkes en iyi Da Vinci Kodu ile tanıyacaktır. Piyasa işleri sevmememe rağmen alıp okumuş ve kadınlar açısından verdiği mesaj ve olay sürükleyiciliği bakımından beğenmiştim.

Melekler ve Şeytanlar'ı okumadım, ama aynı mantıkla bol sembol, bol aksiyon, bol şifre ve akıcı bir olay örgüsü olduğu için beğendim. Bir de işlenen konu binlerce yıllık tarihi olan bir din olunca daha da hassas ve esrarengizleşiyor olay.

Ewan McGregor'u sanırım ilk kez kötü bir rolde görüyorum. Gerçi kendisi motorsikletle dünyayı gezme sevdasına kapıldığından beri pek izleyemez olduk ama, temiz yüzü sayesinde sonuna kadar şüphe uyandırmamayı başarıyor.

Camerlengo'nun Papa olmak adına kurduğu dahiye plan çok güzel ama birkaç pürüz yok değil. Mesela planı sadece kendisi biliyorsa, kiralık katilin arabasını nasıl havaya uçuruyor? Keza, araba adama teslim edilip havaya uçtuğunda camerlengo'nun gözden kaybolması zor.

Sonra tamam pilotluk eğitimi almış ama çok tehlikeli bir bombayla havaya yükselip sonra paraşütle atlamak fazla uçuk bir plan. Gösterişli ama, ona bir şey diyemem.

Netice itibariyle bu tür filmlerde çok ince mantık aramamakta ve keyif almaya çalışmakta fayda var. Melekler ve Şeytanlar da keyif veriyor. Yemek yerken izlenmemesi tavsiye olunur, zira bazı sahneler mide bulandırıcı olabiliyor.

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

Thursday, November 1, 2012

Cloud Atlas: Bulut Atlası

Fragmanını ilk gördüğümde seveceğimi biliyordum. Tam da bu yüzden ve onun da seveceğini bildiğimden 29 Ekim'de Mahir'iresmen sinemaya sürükledim!

İzlediğim ve okuduğum onca şeyden sonra, artık birbirinin tekrarı gibi gelen yeni filmler ve kitaplar beni fazla etkilemiyor. Bulut Atlası'nı ne kadar beğendiğimi anlatmak için şunu söyleyebilirim: üzerinden dört gün geçmiş olmasına rağmen beni hala düşündürüyor ve heyecanlandırıyor. Son zamanlarda izlediğim en güzel, en detaylı, ince çalışılmış ve içimdeki düşüncelerin bir kısmına tercüman olmuş film oldu Bulut Atlası, ve bu yönüyle de beni oldukça mutlu etti.

Tadını bozmamak adına fazla anlatmayacağım, ama birbiri içine geçmiş ve döngüsel zaman kuramı üzerine kurulu altı şahane hikayenin birlikte anlatılmasına dayanıyor film. Bir kölelik zamanı Amerika'sına gidiyorsunuz, bir 1970lere, sonra tatlı bir İngiliz komedisine, oradan 1930larda iki müzisyen ve iki aşığın hikayesine, onlardan da iki farklı gelecek bilim kurgusuna başarıyla gidip geliyorsunuz.
Bir anlamda altı filmi harükulade şekilde tek filmde harmanlıyor Bulut Atlası. Makyajlar, bazı bariz hatalar dışında oldukça başarılı. Kostümler filmi izlemeyi daha keyifli hale getiriyor.

Oyuncuların altı hikayede farklı kişileri oynuyor olmaları beni pek eğlendirdi. Tom Hanks'in bende kredisi zaten çok, onun olduğu fimler bende iyi izlenim bırakıyor. Tabii ki özünde Tom Hanks olduğunu anlıyorsunuz karakterlerinin ama izlemesi pek keyifli. Jim Broadbent çok afacan ve başarılı. Rol kabiliyeti sınırlı Hugh Grant bile bir şekilde iyi gitmiş. Bir tek Susan Sarandon'u filmin bütününe pek sokuşturamadım, gözlerime yabancı kaldı.

Özünde, reenkarnasyon veya zaman döngüsü vardır diyor Wachowski kardeşler ve yazar David Mitchell. Herkesin bir rolü var, kimi şarlatan, kimi yaratıcı zekaya sahip, kimi savaşçı, kimi sömürgeci ve bunlar zamanlar içinde pek de değişmiyor. Değişim geçiren tek karakter Tom Hanks'in Zachary'si oluyor, bu da izlemeye değer.

Nihilist bir yaklaşımla, benim de pek çok kereler düşündüğüm "hayatlarımız aslında bizim değil" savını öne sürüyorlar ki, bunu düşünmek pek sevimli değil. Özellikle Somni 451'in hikayesinde bunu ve Matrix'in izlerini açıkça görüyoruz. Büyük firmaların yaşamamızı istediği gibi yaşıyoruz ve yapmamızı istediklerini yapıyoruz, karşı gelenler veya uyananlar da yok edilmeye çalışılıyor diyor hikaye de.

Bu nihilizme filmin sonundaki saf aşk ve geleceğe dair ümit serpintileri sünger çekiyor. Bunu da neyse ki tadında yapmışlar da didaktik bir şekilde göze batmıyor.

Bir de filmle ilgili yorumları okudum, onlara gelelim. Ben herkesin çok beğeneceğini beklerken baktım ki ahaliye ağır gelmiş Bulut Atlası. Çoğunluk filmin uzunluğundan, verdiği mesajların çokluğundan, hikayeler arası  bağlantıyı kaçırmaktan, özetle karışıklıktan şikayet ediyor.

Ben de "hadi ama millet, biraz çalıştıralım paslanmış beyinlerimizi, o kadar da zor bir yanı yok" diyorum. Görsellik, düşünce, tarih ve felsefe ile ince ince işlenmiş bir film, gereksiz bir sahne göremedim. Ve tekrar ekliyorum, son zamanlarda izlediğim en iyi filmdi. Mutlaka görünüz, izleyiniz, izletiniz.

- ilhamavcısı'nın notu: 10/10.

Wednesday, October 31, 2012

Türk Einstein'ı: Oktay Sinanoğlu

Son birkaç senedir pek çok yerde karşıma Oktay Sinanoğlu çıkıyor. Türkçe eğitim üzerine söyledikleri ve müthiş parlak bir zeka olarak dünyada bizleri temsil ediyor oluşu ilk olarak ilgi çekiyor. Bende de bir merak uyanmıştı ki, geçenlerde elime Türk Einstein'ı: Oktay Sinanoğlu kitabı geçince üzerine atlayarak okumaya başladım tabii.

Hayat hikayelerine bayılırım, anlatılan hayat kişinin kendi ağzından aktarılmış ise daha da çok. Kitap da söyleşi şeklinde olduğu için kolay akıyor.

Oktay Sinanoğlu 1934'te İtalya'da varlıklı, kültürlü bir aileye doğuyor. Savaş yüzünden yurda dönüyorlar. Babasını erken kaybettiklerinde aileleri kalabalık olsa da pek kimse annesi, kardeşi ve kendisine sahip çıkmıyor. Annesinin çalışması sayesinde zaman zaman zorla da olsa geçinip gidiyorlar.

TED Koleji'nde burslu okumaya başlıyor. Tabii ki okulun gözde öğrencisi oluyor ve burslu olarak Amerika'ya gönderiliyor. Sonrası herkesin bildiği gibi 26 yaşında Yale'de gelen profesörlük, bir dönemim bilim adamı pop starı olarak seminer seminer, konuşma konuşma dünyayı gezmesi, erken gelen emeklilik ve Türkiye'ye dönüş.

Bende kitabı okurken ve bitirdiğimde tabii ki bir hayranlık uyandı kendisine karşı. Amma velakin ufak tefek soru işaretleri de oluşmadı değil. Şöyle ki, bir meslektaşı olarak, üniversiteden mezun olur olmaz hiç iş hayatı görmeden akademik hayata dalanlarda dünyaya karşı naif teoriklikte bir bakış olduğunu düşünürüm hep. Sanki Oktay Sinanoğlu'nda da bunu gördüm gibi. Büyük laf ettim aslında ama bana öyle geldi.

Sonra, müthiş gürünen bir alçakgönüllülüğü var ki takdir etmemek elde değil. Burada hiç yayını olmadan burnundan toz aldırmayan, asistanlarına çanta taşıtan hocaları görünce ne kadar takdir etsen az. Ama tabii bir de haklı bir kendini beğenir yanı da var ki çok normal. Benim emin olamadığım ve muhtemelen olamayacağım nokta, uluslararası politika ile ilgili sebep olduğunu, yol açtığını söylediği şeylerdeki rolünün anlattığı kadar büyük olup olmadığı.

Sonuç olarak, kişilik yönünden bakarsak çokyönlü, yaratıcı, dahiyane zeki, girişken ve insan sever ama aynı zamanda optimist hayalsever bir imaj çizdi bana. Aile babası olarak bakarsak, üç evlilik ve üç çocuğu olduğunu biliyoruz. Ama anlattığı onca yoğunluk içinde onlara zaman ayırabilmiş olduğunu zannetmiyorum. Kariyeri adına çok büyük adımlar atmış kimsenin aile hayatının muhteşem olduğunu pek zannetmiyorum, istisnaları tabii ki olabilir.

Oktay Sinanoğlu'nun hayat hikayesinin bana anımsattığı bir başka nokta da başarının rastlantısal olmadığı. Anne ve babasının da zeki insanlar olduğu muhakkak. Buradan gelen bir genetik miras var. Sonra büyürken içinde bulunduğu kültürel ve sosyal ortam da yadsınamaz değişimler yaratabilir insanda. Ağabeyleri Türkiye'nin en genç profesörleri. Daha fazla söylemeye gerek yok sanırım.

En son olarak da, rahat bir hayatı bırakıp yurda dönmesi, anadilde eğitim için gösterdiği çabayı takdir etmek gerek. Hele de Yale gibi bir ortamı ve üretkenliğini bırakıp da, ödeneksiz, eski üniversitelere gelmek, kıskanç ve verimsiz meslektaşlarla saçma muhabbetler içine girmek o yaşta cesaret ister.

Tam karar vermeden önce birkaç konuşmasını da dinlemek gerek bence. Ama en azından, son 300 yılda dünyada en genç profesör olmuş zekaya ülkece sahip olduğumuz için gurur duymak gerek diye düşünüyorum.

Not: Ceviz Kabuğu'na katıldığı programı biraz izledim. Neden bilmiyorum, sezisel olarak güvenimi bir parça zedeleyen bir şeyler var kendisinde ama ne olduğunu çözemedim. Belki milletçe bu denli başarılara alışık olmadığımız içindir, bilmiyorum.

- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.

Friday, October 5, 2012

Hancock

Baya bir arada derede kalmış ve bana sorarsanız gereksiz bir film olmuş. Süper kahraman filmi desen değil, aşk filmi desen değil, komedi de değil. Amaçta bence tüm bunların güzel bir karışımını ortaya koymayı hedefliyor ama ıskalıyor.

Will Smith hafızasını kaybetmiş, yalnız kalmış, yoğun depresyon yaşayan ve süper güçleri olan bir adam. İçki içiyor, halkı kurtarırken yaptığı masraflara aldırmıyor ve terbiye kuralları konusunda da pek dikkatli değil. Ray onu düzeltmeye çabalıyor ve başarıyor da, ama Ray'in karısı Charlize Theoron ile Hancock arasında acaip kimya keşfedilip aslında ikilinin bir çift olduğu anlaşılınca işler değişiyor.

Başlangıçta bunalımdaki bir süper kahramanın doğru yola getirilmesi gibi görünüyor film, Charlize Theoron'un da süper güçlerinin olduğunu öğrenmek hoş bir sürpriz oluyor. Sonra anlaşılıyor ki, bu ikili birlikte oldukları zaman güçlerini ve ölümsüzlüklerini kaybediyorlar, olan da hep Hancock'a oluyor. Bu yüzden Charlize Theoron çareyi ondan kaçıp uzaklaşmakta buluyor.

Tam koklaşırlarken Hancock'un hapse tıktığı adamlar geliyor ve ikisini de ölümle burun buruna getiriyor. Tam öldüler diye düşünürken biz, Hancock uzaklaşıyor bu sefer ve ikisi de güçlerine ve ölümsüzlüğe tekrar merhaba diyorlar. Charlize Theron Ray'e, Hancock da toplum tarafından kabul edilen süper kahraman olmaya geri dönüyor.

Bu film 2000lerden, hatta 90lardan önce çekilmiş olsa idi, romantizmin kutsallığı ve ilahi aşk uğruna ikili kavuşur ve birlikte ölürlerdi. Ama günümüz dünyası çıkar dünyası, herkes için kazançlı olacak çözümler bulunmaya çalışılıyor. Öyle aşk uğruna kendini feda etme gibi eylemler akıllıca bulunmuyor artık.

Bir de filmin ikincisi yapılıyormuş. Neden ama demekten kendimi alamıyorum :) Ha bir de, bunların nasıl ortaya çıktıklarını öğrenemedik bir türlü. Sadece çiftler halinde yaratıldıklarını ve ikisi hariç kimse kalmadığını biliyoruz. Hadi bakalım hayırlısı. Bence izlemeyin, illa izlerim derseniz de keyfiniz bol olsun.

- ilhamavcisi'nın notu: 5,5/10.

Tuesday, October 2, 2012

Küçük Prenses (A Little Princess)

Shirley Temple'lı Küçük Prenses filmini mutlaka izlemişsinizdir! Yumuk yanakları, bukle saçlarıyla babası tarafından yatılı okula bırakılan ve orada yaşadıklarıyla hayatı tanıyan bu küçük kızın hikayesini severek birkaç kez izlemişliğim var ben de küçük bir kızken.

Geçenlerde kitaplığımızda kitabına rastladım, bu ara çocuk edebiyatına iyice bir merak saldım ya, hemen daldım okumaya. Öncelikle yazarına dikkat çekmekte fayda var. Frances Hodgson Burnett ilk bakışta isimden kaynaklı erkek zannetiğim ama kadın olduğunu keşfedince sevindiğim yazarlardan biri. Secret Garden da ona aitmiş, bu da ayrı bir hikaye, okunup izlenip yazılmayı hak ediyor.

Küçük Prenses ne anlatıyor peki?

 Malum İngilizler Hindistan'ı istila ettikten sonra pek çok asker de oraya göreve gitmiş. Küçük Sarah'nın babası Yüzbaşı Crewe de bu askerlerden biri. Sarah çok küçükken annesi ölüyor, kızına bakmak tek başına kalan yakışıklı, maceracı, sevecen, esprili, iyi yürekli ve sevgi dolu yüzbaşı Crewe'ye düşüyor.

İkisinin birlikte muhteşem bir kimyaları var. Birlikte oynuyor, okuyor, eğleniyor ve hayatın tadını çıkarıyorlar. Amma velakin, sıra okul zamanına gelince işler karışıyor. Hindistan'da yeterince iyi bir okul yok, Sarah da oradaki diğer çocuklar gibi zamanı gelince İngiltere'ye yatılı okula gidiyor.

Okulun en şaşalı odası ve kıyafetleri onun oluyor. Kendisi için deliler gibi para harcandığından, okul müdürü Miss Minchin de onu favori öğrencisi yapmakta sakınca görmüyor. Ta ki, babasının ortağı olduğu elmas madenlerinin battığı ve kendisinin de üzüntüden öldüğü haberi gelene kadar.

Kader bir gün öyle bir gün böyle misali, doğumgününde büyük bir parti veren ve tam hediyelerini açmak üzere olan Sarah, okul müdiresinden kötü haberi alıyor. Küçük bir asker gibi acısına direnmeye çalışırken bir de parasız ve evsiz kaldığını öğreniyor. Miss Minchin ona lütfen bakacağını ama bunun için büyük minnetler içinde olması gerektiğini ve yapacağı çok işler olduğunu söyleyince tam olarak dibe batmış oluyor.

Güzel odasından tavanarasında küçük bir odaya transfer oluyor. Okulun ayak işlerine koşuluyor ve küçük sınıflara Fransızca dersi vermeye başlıyor. Günler getikçe işler artmaya, girdiği dersler ve diğer öğrencilerle birlikte katıldığı yemekler ve muhabbetler azalmaya başlıyor. Sudan sebeplerle yemekleri  verilmiyor, elbiseleri küçülüyor ama kimse ona yeni bir elbise alma zahmetine girmiyor. Sebepsizce azarlanıyor, dalga geçiliyor, odasında üşüyor ve çoğunlukla aç yatmak zorunda kalıyor.

Kitabın sevdiğim yanı şu, Sarah bütün bu ters gidişat içinde bile inandıklarından vazgeçmiyor, içindeki sesi daha da güçlendirerek kendini ezmiyor ve içinde bulunduğu her an ve ortamın keyfini çıkarmaya, faydasını bulmaya çalışıyor. Sonuçta da bu tutumunun mükafatını alıyor ve bana dedirtiyor ki, farklı olan farkını her ortamda zaten gösteriyor.

Kendi payıma ben, yapmak istemediğim ve kendimi içinde tanımlayamadığım pek çok işi ve kendime acıdığım onca zamanı düşündüm Sarah soğuk yollarda getir götür yapıp da ayakkabıları eskir, giysileri küçülür ve aynada artık tanıyamadığı yorgun yüzüne bakarken. Keşke daha dirayetli ve inatla başı dik davransamıydım diye de düşünmeden edemedim. Ama zamanımız rekabet ve zorluk zamanı. Biraz burun sürtmeden bir şeyler elde etmek zor gibi görünüyor.

Her neyse, kitabın sonu bir parça süslü olmuş ama onu da bir çocuk kitabı olduğu için olduğu gibi kabul etmek gerek. Sonunda Sarah dört yıllık eziyetten sonra olgunlaşmış ve yıpranmış bir genç kız olarak hayatına devam ediyor. Yan binaya taşınan hasta ve inanılmaz zengin adamın aslında babasını elmas madeni işine sokan arkadaşı olduğu anlaşılıyor. Ve yine kader bu ki, bu adam yıllardır Sarah'yı aramasına rağmen, burnunun dibindeki kızcağızı ancak dört yıl sonra bulabiliyor.

Film versiyonunda Sarah sonunda babasını buluyordu, aslında ölmediği anlaşılıyordu. Ben bunu hatırlayarak okuyup kitabı, sonuda babasının gelmediğini görünce pek bir üzüldüm. Bence bu kadar etkili ve eskimeyen bir kitap olmasında bunun payı var. Sonu iyi bitmesine rağmen aslında kötü bitmiş oluyor. Sarah tüm servetine kavuşmuş olsa da eski hayatına tam olarak kavuşamıyor, üstelik ezilip horlandığı bir dört sene geçiriyor boş yere.

Çocuklara hayatın pek çok yönünü, iyi insanları ve kötü insanları, iyi ve kötü olayları, güçlü bir kişilik kazanmanın ve devam ettirmenin önemini ve en güzeli de kitap sevgisini verdiği için güzel bir kitap bence, çocuklara mutlaka okutulmalı.

- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.


.

Thursday, July 12, 2012

BABALAR VE OĞULLAR (TURGENYEV)

Mahir de ben de kitap okumayı çok seviyoruz, hatta bayılıyoruz. Kindle ve iPad hayatımıza girmeden önce her normal ve sağlıklı kitapsever gibi biz de hard-copy kitaplar alıyorduk. Ama teknoloji geldi, mertlik bozuldu, kitap parası vermektense sanal ekrandan okumaya katlanırız dedik ve alıştık hatta.

Bu alışkanlıktan önceki son kitap alma heves dalgamızda D&R'dan yüklüce bir sipariş vermiştik, Babalar ve Oğulları da içeren. Klasik romandan hazzetmeyen Mahir okumadı tabii, bana da okumak ancak geçen aylarda nasip oldu.

Deniz'i uyuturken sinsi sinsi kitap okumaya başladım ve normalde 2 günde okuyacağım kitabı neredeyse iki ayda bitirdim :) Biraz önce Wikipedia'da hakkında okurken de iyi ki bitirmişim dedim.

Kitap ilk bittiğinde bende bir bitmemişlik ve kötü yazılmış son duygusu uyandırmıştı. Ama Rus edebiyatının ilk tam roman örneğiymiş bu roman, o zaman tabii ki kusurları olacak dedim ve tatlı bir şefkat duymaya başladım :)

Turgenyev dönemdaşlarının aksine Alman ekolunde eğitim almış bir yazar. Babalar ve Oğullar'da kuşaklar arasındaki farklılaşmayı, modernleşme ve gelenekselliği, en önemlisi iki kuşağı bölen eski düzen karşıtlığını, nihilizmi ele alıyor.

Ana karakterler Bazarov ve Arkadi tıp eğitimi alan delikanlı (tam tabiri ile) gençler. Bazarov bir dönem pek çoğumuzun hissettiği üzere başkaldıran, sistem ve düzen tanımayan bir nihilist. Görüşlerinin ateşli bir savunucusu. Dünyayı değiştirebileceğine inanan ve gücüyle gurur duyan, başkalarına çok da aldırmayan ve önem vermeyen bir erkek. Hele iş aşka geldiğinde, onu hiç tanımıyor ve kısa süreli heveslerin en güzel çözüm olduğuna inanıyor. Arkadi daha sevecen, masum izlenimi uyandıran, çocuk. Ama Bazarov'la birlikte o da duygularını bastırarak sert bir nihilist gibi yaşıyor.

İkisi birlikte ailelerini ziyaret ediyorlar, onları derinden etkileyen iki kız kardeşle tanışıyorlar ve hikaye de bu insanların etrafında dönüyor. Ailelerinin farklılığı, onların ailelerine yaklaşımı, birbirleri ile ilişkilerini ve hayat görüşlerini sorgulamaları ile sürüyor roman.

Beni derinden etkileyen karakterler Bazarov'un annesi ve babası oldu. Küçük orta sınıf tabir edilebilecek bir doktor ve karısı. Bazarov'u öyle seviyorlar ki, onun nemrutluğunu bozmamak için bu sevgilerini bile göstermeye çekiniyorlar. Birçok insan hayatının belirli bir döneminde bu uzaklaşmayı yaşıyor ve ailelerini üzüyor, yazık.

Tabii ki Bazarov'un romanın sonunda ölmesi gözümden birkaç damla yaşın düşmesine neden oldu. Özellikle de bu asi ve başkaldıran adamın ölüm karşısındaki gururlu dirençsizliği ana fikri vermeye yetiyor sanırım.

Çok sığ bir anlatımla hayat kısa, tadını çıkarın, hiçbirimiz tek başımıza düzen değiştirip dünyayı kurtaramayız diyebilirim :) Ya da ilahi amaçlar edinmeli ve uygulamaya çalışmalı insan ama, hayatın da zevk ve huzurla yaşanmaya değer bir hediye olduğunu unutmamak gerek de diyebilirim.

Rus edebiyatındaki yeri, ve Bazarov karakterinin gelgitlerinin sonradan Tolstoy ve Dostoyevski'nin çelişik karakterlerine ilham verdiği düşünülürse, okumaya değer Babalar ve Oğullar.

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

Sunday, June 10, 2012

Anne İşte: Çalışan Anne ve Çocuğu (Sabiha Paktuna Keskin)

Günümüzde her şeyde olduğu gibi çocuk yetiştirme konusunda da bir bilgi çöplüğü söz konusu. Bilgili veya değil her kafadan bir ses çıkıyor, herkes bir yorum yapıyor, yaklaşımlar ve metodlar havada uçuşuyor, yani herkes her şeyi sanki çok biliyor!

Ben işi uzmanına bırakmaktan yanayım, hele de çocuk davranışı ve gelişimi gibi önemi çok büyük bir konuda. Sabiha Paktuna Keskin'i ilk kez Doktorum programında izledim, sevecen tavrı ve ılımlı konuşmaları hoşuma gitti. Oradan hareketle kitaplarını merak ettim ve yakında çalışmaya geri döneceğim için Anne İş'te kitabını aldım.

Kızımın doğumundan sonra tabii ki gerçek pratik sayesinde çocuk bakımına bakışım da değişti. Artık bir çok konuyu çok iyi bildiğimi iddia edebilirim. Çok şey okudum, çok şey izledim, çok şeyi birinci elden yaşadım ve sonuçta kanaatim şu ki her konuda olduğu gibi bu konuda da yapaylaşmış ve tüketimi abartmış bulunuyoruz.

Ne yazık ki bu abartının yanı sıra annelerin ve sonra da ailelerin bilincinde olmadıkları tahammülsüzlükleri geliyor. Çok eleştirmek istemiyorum ama gördüğüm örnekler bana bunu düşündürüyor. Anneler yaklaşık 1-2 sene uykusuz kalmamak için bebeklerini ağlatarak kendi kendine uyumaya alıştırmaya çalışıyor. Sürekli anneyle olmak isteyen bebek huysuz ve yabani olarak adlandırılıyor. Kısacası, hayat düzeni bozulmadan, en az çabayla en çok verim alınmaya çalışılıyor, ama tabii ki olmuyor ve karşılıklı sorunlar yaşanıyor.

Bir kere, bebek geldikten sonra eski hayat düzeninin olduğu gibi devam etmeyeceğini önceden kabul etmek gerekiyor. İşin sırrı koşulsuz ve şikayetsiz kabullenme olmalı diye düşünüyorum. Ayrıca, bebeklerin birbirinden farklı olacağı ve buna göre onların ihtiyaçlarının anne-bebek ilişkisini şekillendireceğini de...

Bazı bebek tek başına duruyor, bazısı sürekli kucak ve anne istiyor. Bazısı erkenden tüm gece uyumaya başlıyor, bazısı birkeç sene çok uyanarak büyüyor. Sanırım en iyisi çocuğu iyi tanımaya çalışmak ve neden benim çocuğum şunu yapıyor veya bunu yapmıyor diye takıntı haline getirmemek.

İşte Sabiha Paktuna Keskin de buna benzer yorumlar yapıyor. En önemlisi, doğru bilinen pek çok yanlışı gözler önüne seriyor. Örneğin, anne ile bebeğin arasında ilk üç yıl özellikle çok sıkı bir bağ olması gerektiğini söylüyor. Hatta mümkünse bu süreyi yapışık geçirin diyor. Çocuk istiyorsa beraber yatın, onu zorla bir şeyler yapmaya alıştırmayın diyor.

En önemlisi, çocuğunuza güvenin, anlamaya çalışın, güven ve sevgi verin diyor. Ve bence daha da önemlisi, çocukları yetişkin mantığıyla anlamaya çalışmayın yanılırsınız mesajı veriyor ki, bugün hemen tüm ailelelerin yaptığı aslında bu yanlış.

Anlatmak istediklerimin tümünü yazsam daha da uzayacak bu yazı. Ama bence de bebekler emek, saygı, güven ve sevgi istiyorlar öncelikli olarak. Bir an önce eski hayatıma döneceğim diye (ki bence bu da modern hayatın aileler üzerinde kurduğu gereksiz bir baskı) çocuğu doğasına aykırı "terbiye" yöntemlerine zorlamanın hiç gereği yok. Bu tabii ki kuralsız olacağız anlamına da gelmiyor ama sevgi ve iyi niyetle onlar da yerleşir diye düşünüyorum. "Bebeğim sürekli emmek istiyor, beni kullanıyor", "çok kucağıma almıyorum ki bana bağımlı olmasın", "üç gece ağlattım yanına gitmedim şimdi kendisi uyuyor", vb muhabbetler kulaklarımı tırmalıyor. Emeksiz yemek, zahmetsiz başarı olmuyor demek istiyorum. Yeni annelere de rahat olup içgüdülerinizi dinleyin diyerek bu yazıyı bitirmek istiyorum. Daha yazarsam gidecek, bu konularda daha çok yazacağım gibi geliyor :)

Aşağıda da kendi sitesinden bir alıntı ekleyeyim de anlatmak istediklerim daha net olsun:
"Yaşamının ilk üç yılında çocuk, isteklerini anında karşılayan, sımsıcak sarmalayan, bol bol dokunan, özverili, koruyucu ve kollayıcı anne davranışlarıyla büyütülmelidir. Asla ağlatılmamalıdır. Aksi halde yaşam boyu diğerlerine güven duygusu gelişemez. Onun yerine ‘paranoya’ gelişir ki; yaşamı berbat eder.