Wednesday, November 21, 2012

The Twilight Saga: Breaking Dawn - Part 2

Vampirleri, kurtadamları, büyüyü, büyücüleri, cadıları, başka başka gezegenleri, kısacası bilinen dünyanın dışındaki fantazi dediğimiz dünyaya bayılanlardan biri de benim, itiraf ediyorum!

Buna rağmen benim vampir severliğim Buffy the Vampire Slayer ile temellenmiş olup, vampirleri kötü güç olarak gören sınıfa giriyorum. Arada Angel gibi iyi yürekli :) ve otokontrolü yüksek vampirler çıkıyor olsa da, kendilerini evrenin iblisi tarifine giren yaratıklardan görmek usule daha uygun geliyor :)

Öyle vampir olmaya özenme, gözleri simsiyah boyayıp duygusuzmuş gibi davranma ayakları bana saçma geliyor. Belki de kendini gösterme çabası bilinçaltındaki, bir tür başkalaşma ve dayandığı kavramdan güç alma çabası olarak gördüğüm için vampir özentiliğini.

Twilight'ı da bu düşüncelerimin ışığında ucuz buldum hep. Ne serinin tamamını okudum, ne de filmlerin tamamını izledim. Hatta daha da ileri gideceğim ve yazarı Stephanie Meyer'ın da genç kız hayallerinde yaşayan kötü bir kurgucu, edebi yönü zayıf bir yazar olduğunu düşündüğümü yazacağım. Hatta ve hatta hayata dair kırıklıklarını ve umutlarını bu seri ile yansıttığını bile söyleyebilirim.

Kurgunun ve fantezinin bile dayanacağı sınırlar ve kendi içinde bir tutarlılık ve bütünlükten gelen kaliteye oturtulması gerekiyor. Twilight'ta bunlar yok. Belki de Twilight serisi bu başarısını, gerçekten "loser" tabir ettiğimiz bir genç kızın elinden çıkma, kötü yazılmış bir fanteziler serisi gerçekliğinde olmasından kazanıyor. Belki de artık "best seller" olan kitapların hemen hepsinin insanı yormayacak türden olması ve insanların zamansızlık kisvesi altında kafa yormayı reddetmesinden, ucuzun ucuzu körüklemesinden, ve satışçıların,yayınevlerinin kar amaçlı olarak bunu daha da körüklemesinden.

Madem tüm bunları düşünüyorsun, öyleyse neden filmi izlemeye bir de hakkında yazı yazmaya zahmet ettin derseniz, herkesin arada avam zevkleri olması gerektiğine inanıyorum. Zaman zaman beyni yormayacak, ama tadında eğlendirecek, basitliğiyle sakinleştirecek şeyler de tüketmek gerek.

Breaking Dawn da serinin geleneksel durgun havasını bozmuyor. Az olay oluyor, bir ara Cesur ve Güzel tadında bir sahnesel akışa kavuşuyor ve sinemada pembe dizi modunu yakalamış oluyorsunuz. Gerekli aksiyon yaşanıyor, sevdiğiniz karakterlerin kafası uçuyor, vücutları yakılıyor, uçuruma düşen gözlerinin içine bakıp üzülüyorsunuz. Düşmanlar yenilince koltuğunuzda şöyle bir rahatlıyorsunuz. Sonra aaa, bir de bakıyorsunuz ki hiçbiri yaşanmamış. Yani sonunda hem aksiyon severler, hem de sevdiği karakterler için üzülmüş olanlar tatmin edilmiş oluyor.

Bella'nın ağzından yapılan vampirlik propagandasını hiç faydalı bulmadığımı söylemem gerekiyor. Kendisinden, hayatından ve potansiyel geleceğinden mutlu olmayan bir sürü ergen var dünyada. Bu çağ tam da insanın kendini sorguladığı, her şeyin mutsuzluk ve tatminsizlik yaratma potansiyeli olduğu bir dönem.

Gençlere başka bir şeye dönüşerek mutluluğu yakalayabileceklerine dair verilen mesajları sevmiyorum. Zor ama daha uygun olanı elindekini optimuma çekmek değil mi?

Bir de Allah aşkına, Jacob ve Renessmee'nin beşik kertmesi çok rahatsız edici idi benim için. Bir çocuğun dibinde onunla evlenmek için bekleyen bir erkek düşüncesi, ülkemiz kültürü düşünüldüğünde çok itici geliyor insana.

Amma velakin, sonuç olarak ne oldu? Hiç de beklemediğim bir şekilde ben bu filmden keyif aldım arkadaşlar! Kimse bu film hakkında o kadar da iyi konuşmazken ben neden beğendim peki? Belki arşivci yanımın seri filmlerin sonunu epik bir merakla beklemesindendir bu keyif. Belki içinde olduğum psikolojiden. Belki de çok derine girmeden izlediğim ve fazla beklentim olmadığı için, bilemiyorum. Sonuç olarak, itiraf ediyorum ki, beğendim, izledim, tavsiye ederim :)

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

Thursday, November 15, 2012

Brave (Cesur)

Pocahontas vb. ilk animasyonlar piyasaya çıktığında biz lisedeydik, bir heves hepsine gider izlerdik diyeceğim, hem yaşım ortaya çıkacak, hem de geçmişte yaşayan tarih atlası suratlı bir nine edasına bürünmüş olacağım, gerek yok :)

Amma velakin, diyeceğim o ki, o günlerden bu günlere, bol olan her şey gibi animasyonların da suyu çıktı. Çok güzel olup insanı düşündüren, duygulandıran örnekleri olduğu gibi; izleyip izlememenizin fark etmeyeceği vasat örnekleri de bulunuyor.

Girişimden anlayacağınız üzere, Cesur bana göre vasat bir örnek olmaktan öteye gitmiyor. Afişindeki uçuşan, kıvırcık kızıl saçlara ve elindeki yay ve oka kanıp, akıcı bir kadın savunucusu film izleyeceğimi düşünürken karşıma bildik bir anne-kız itişmesi ve kadınlığa dair klişeler çıktı.

Cesur kızımız ele avuca sığmayan, at binmeyi ve ok atmayı seven, otoriteye gelemeyen deli bir kan. Annesi de kuralcı, görgü kurallarını yalayıp yutmuş, ne zaman nerede nasıl davranacağını bilen, heyecan vs. duygularını ustaca saklamayı bilen bir hanımefendi.

E doğal olarak anlaşamıyorlar, her biri diğerini kendisine benzetmeye uğraşıyor, araları iyi değil. Kızımız annesine çok kızdığı bir gün ormanda bir cadıya rastlıyor, dileği yanlış işleyince annesi ayıya dönüşüyor.

Ayı ne demek? Kural tanımayan, görgüsüz ve kocaman bir hayvan. Anne kız bu şekilde ormanda çare ararken birbirlerini anlamaya ve tanımaya başlıyorlar. En sonunda anne kızı ve ailesi için, aynı cadının ayıya dönüştürdüğü kötü bir adamla dövüşüyor ve vahşi, özgür yanını keşfediyor.

Sonunda tekrar insana dönüyor, birbirlerini seviyorlar, kah el işi yapıyorlar, kah ata biniyorlar, çok yönlü olmayı başarıyorlar. Film de mutlu sonla bitiyor. Güzel kızların ve masal prenseslerinin illa ki evlenme delisi olmadıklarını da göstermesi, verdiği mesajı çok hoş. Kadın varlığını ve kimliğini sadece evlilik yoluyla kazanmaz diyor.

Biz yetişkinlerin zevk alacağı animasyonlardan değil, çocuğunuz yeğeniniz varsa izletilir. Keza, 7 yaşındaki karşı komşumuz çok beğenmiş, çok zevkle anlattı bana :)

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10.

Hope Springs (Aşk Yeniden)

Yürümeyen, sıkıcılaşmış ve kendi içinde tekrarlayan evlilikler üzerine kitap ve film boldur. Aşk Yeniden de bunlardan biri. Benim için onu diğerlerinden ayıran nokta, hedef kitle olan 18-35 yaş arası dışına çıkarak hayatlarının sonbaharındaki bir çifti ele almış olması.

Tipik bir Holloywood komedisi değil. Steve Carell'i görüp de kendine özgü komikliklerini bekliyorsanız bu film o film değil. Film boyunca, son sahne hariç mimiği az ve ciddiye yakın bir psikolog rolünde görüyoruz onu.

Tommy Lee Jones izlemekten pek hoşlandığım bir oyuncu değil. Fazla nemrut buluyorum kendisini. Bu nemrutluğu oynadığı adamı yansıttığı için bu sefer iyi gitmiş. Her gün aynı saatte kalkan, aynı saatte eve gelen, aynı programı izleyip aynı saatte yatan, cinselliğini ve duygularını unutmuş bir adam. Karısının yakarışlarını duymuyor, duyamıyor, hayatın ve işinin içine gömülerek kendine güvenli bir daire oluşturup öyle yaşamayı tercih ediyor.

İnsanların neden delice Meryl Streep hayranı olduğunu merak etmişimdir. Buldum: zahmetsizce karaktere girip verebiliyor. Onu da izlemekten müthiş tat aldığımı söyleyemem ama rolleri ve filmleri çoğunlukla, hatta hep diyebilirim iyi çalışılmış oluyor. Burada da toplumun kendisine verdiği anne ve eşlik görevlerini tatlılık ve çalışkanlıkla oynayan, kocasından şefkat ve ilgi bekleyen ama bulamayan, bunu da en sonunda sessiz bir isyana dönüştüren, herkesin ailesinde bir dönem bulunması mümkün bir kadını canlandırıyor.

Terapiler bir noktada sıkıcılaşmaya başlıyor ama içerik açısından kimseye uzak olduklarını zannetmiyorum. İlişkiyi kurtarma çabaları, bu çabalar sırasında çektikleri ayrı ayrı işkenceler biraz iç burucu.

Özellikle Tommy Lee Jones'un, sırf karısı kendisini terk etmesin diye onu çıkardığı güzel akşam yemeği ve kiraladığı otel odası, ama bunları aslında isteyerek yapmış olmaması, ister gibi görünmesi ve karısının da bunu anlaması üzücü ve gerçekçi.

Ve yine gerçekçi bir olayla, Meryl Streep evi terk etmeye kalkışınca adamcağızın aklı başına geliyor ve araları düzeliyor. Çok gerçekçi, herkesin yakından veya uzaktan duyduğu veya yaşadığı olayları tekrar sinemada veya evde izlemeye gerek var mı bilemiyorum.

Belki yeni evlenecek olanlara veya genç kuşaklara izletmekte fayda vardır. Evliliğin veya uzun süreli ilişkilerin yıpranabileceğini, sevginin zaman zaman arka planda kalabileceğini, onu canlı tutmak için çaba gerekeceğini, bazen kendimizi sevdirmeye çalışırken daha da uzaklaştırıp komik düşebileceğimizi, sınırlarımızı yıktıkça ilişkilerimizi geliştirebileceğimizi bilsinler değil mi?

- ilhamavcisi: 6/10.

Monday, November 12, 2012

Rise of the Planet of Apes

Star Tv'nin ya test yayını dönemiydi, ya da yayına yeni başladığı zamanlar. Annem dersanede çalışıyor, ben evde yalnızım, deli gibi televizyon seyrediyorum. Bir cumartesi Maymunlar Cehennemi filmini vermişlerdi, ilgiyle izliyorum, 9-10 yaşlarındayım.

Filmin sonunda plajda yarısı gömülü kalmış Özgürlük Heykeli'ni gördüğümde yaşadığım şaşkınlığı ve fikri şoku anlatmam güç. Filmi sanki farklı bir gezegende imiş gibi izlerken, gelecekte ve dünyada olduğunu görmek gerçek bir sarsıcı an olmuştu o anda bana. Ne olmuştu da insanlar insanlıktan çıkıp medeniyetlerini kaybetmişti? Maymunlar nasıl efendimiz olmuştu? Binlerce yıllık saltanatımız nasıl bitmişti?

Bu soruların cevabının ilk kısmını Rise of the Planet of Apes filminde bulmak mümkün. Konusu itibariyle sarsıcı olan Maymunlar Cehennemi filminden Hollywood hala nasipleniyor. İnsanoğlunun etrafındaki canlı ve cansızlara ettiği zulüm ve gücün getirdiği handikaplar hala insanları düşündürmeyi başarıyor bence.
Bu film diğerleri kadar ses getirmemiş olabilir. Ama olayların çıkış noktasını anlatması itibariyle serinin severlerini tatmin eder diye düşünüyorum. Her ne kadar James Franco'yu rolüne tam oturtamamış olsam da, ortanın üstü bir filmle karşı karşıyayız.

James Franco alzhemier hastalığı başta olmak üzere, beyinle ilgili sorunlara çözüm üretebilecek bir araştırma üzerinde çalışıyor. Bulduğu ilaç beyin aktivitelerini düzeltmek bir yana, beyni geliştiriyor. Bu projeyi yatırımcılara anlattıkları gün deney maymunlarından biri personele saldırıp toplantıyı basıyor ve güvenlik tarafından vuruluyor. Dolayısıyla proje ve araştırma çöpe gidiyor, James Franco'nun süper star durumu da arka plana düşüyor ve vasat bir şirket çalışanı haline geliyor.

Bir mantık hatası şu olabilir. Saldırgan olan maymun meğer o gün doğum yapmış ve yavrusunu korumak için saldırganlaşmış. Araştırma yapan ve maymunlardan düzenli olarak kan örnekleri alan ekip bunu bilmiyor. Pek inanılır gibi değil.

Neyse, bizim James yavruyu gizlice evine alıyor ve büyütmeye başlıyor. Adını Ceasar koyuyor. Ceasar kısa sürede büyük ilerleme gösteriyor ve insani yetenekler sergilemeye başlıyor. Sonra nasıl olduğunu anlatmayayım, bakım evine düşüyor. Diğer maymunların aşağılaması ve grup baskısıyla karşılaşıyor. Lider olmayı öğreniyor ve farklılıklarını akıllıca kullanmaya başlıyor. James'in evinden ilaçları çalarak daha fazla akıllı maymun üretmeye başlıyor.

Filmin bence en can alıcı sahnesi Ceasar'ın konuşmaya başladığı sahne. Bakımevinin işkenceci çalışanına "hayır" dediği sahne görülmeye değer. İnsana baş kaldırıp hayır demesi de manidar bir anlatım olmuş. Bu arada hayır dediği adamı da Harry Potter serisinin Draco Malfoy'u oynuyor. Çocukcağız bu rolle birlikte kendini kötü adam rollerine hapsetmiş oldu, geçmiş olsun.

Bundan sonrasında birçok maynun bir araya geliyor, örgütlü bir saldırı ile kendilerini özgürleştiriyor ve ormana doğru kaçıyorlar. Bundan sonrasında yeni bir geleceğini tahmin etmek güç değil. İnsanla maymunun arasındaki savaşı ve nükleer çöküşü anlatan bir film bekliyorum ilerdeki yıllarda.

Bir de Andy Serkis'ten bahsetmekte fayda var. Adamcağız yeni bir oyunculuk türü geliştirdi. Gollum, King Kong, Ceasar derken zor rollerde yüzünü göstermeden parlamaya devam ediyor. Maymunlar oldukça gerçekçi idi. Serkis'in mimikleri de hislerini çok iyi anlatıyordu.

Seriyi sevdiyseniz, hayvanseverseniz, ya da sadece zaman geçirmek film izleyecekseniz, gönül rahatlığıyla izleyiniz.

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

Friday, November 2, 2012

Melekler ve Şeytanlar: Angels and Demons (2009)

Oyuncu olmuş olsaydım, sanırım Tom Hanks olmak isterdim. Hemen her filminin senaryosu güçlü, oyunculuğu göze batmıyor ama kendini belli ediyor, kararında karaktere giriyor, hiçbir şeyi abartmıyor ama tam tadında seyirciye sunuyor, özel hayatını bilmiyoruz. İşler onun için tıkırında yani :)

Daha önce de yazmıştım, Tom Hanks filmlerinin iyi olacağına dair bir beklenti ve önyargım var, genelde de beni yanıltmıyor. Melekler ve Şeytanlar da bu beklentileri karşıladı sayılır.

Film Dan Brown'ın aynı adlı kitabından uyarlanmış. Dan Brown'u sanırım herkes en iyi Da Vinci Kodu ile tanıyacaktır. Piyasa işleri sevmememe rağmen alıp okumuş ve kadınlar açısından verdiği mesaj ve olay sürükleyiciliği bakımından beğenmiştim.

Melekler ve Şeytanlar'ı okumadım, ama aynı mantıkla bol sembol, bol aksiyon, bol şifre ve akıcı bir olay örgüsü olduğu için beğendim. Bir de işlenen konu binlerce yıllık tarihi olan bir din olunca daha da hassas ve esrarengizleşiyor olay.

Ewan McGregor'u sanırım ilk kez kötü bir rolde görüyorum. Gerçi kendisi motorsikletle dünyayı gezme sevdasına kapıldığından beri pek izleyemez olduk ama, temiz yüzü sayesinde sonuna kadar şüphe uyandırmamayı başarıyor.

Camerlengo'nun Papa olmak adına kurduğu dahiye plan çok güzel ama birkaç pürüz yok değil. Mesela planı sadece kendisi biliyorsa, kiralık katilin arabasını nasıl havaya uçuruyor? Keza, araba adama teslim edilip havaya uçtuğunda camerlengo'nun gözden kaybolması zor.

Sonra tamam pilotluk eğitimi almış ama çok tehlikeli bir bombayla havaya yükselip sonra paraşütle atlamak fazla uçuk bir plan. Gösterişli ama, ona bir şey diyemem.

Netice itibariyle bu tür filmlerde çok ince mantık aramamakta ve keyif almaya çalışmakta fayda var. Melekler ve Şeytanlar da keyif veriyor. Yemek yerken izlenmemesi tavsiye olunur, zira bazı sahneler mide bulandırıcı olabiliyor.

- ilhamavcısı'nın notu: 6/10.

Thursday, November 1, 2012

Cloud Atlas: Bulut Atlası

Fragmanını ilk gördüğümde seveceğimi biliyordum. Tam da bu yüzden ve onun da seveceğini bildiğimden 29 Ekim'de Mahir'iresmen sinemaya sürükledim!

İzlediğim ve okuduğum onca şeyden sonra, artık birbirinin tekrarı gibi gelen yeni filmler ve kitaplar beni fazla etkilemiyor. Bulut Atlası'nı ne kadar beğendiğimi anlatmak için şunu söyleyebilirim: üzerinden dört gün geçmiş olmasına rağmen beni hala düşündürüyor ve heyecanlandırıyor. Son zamanlarda izlediğim en güzel, en detaylı, ince çalışılmış ve içimdeki düşüncelerin bir kısmına tercüman olmuş film oldu Bulut Atlası, ve bu yönüyle de beni oldukça mutlu etti.

Tadını bozmamak adına fazla anlatmayacağım, ama birbiri içine geçmiş ve döngüsel zaman kuramı üzerine kurulu altı şahane hikayenin birlikte anlatılmasına dayanıyor film. Bir kölelik zamanı Amerika'sına gidiyorsunuz, bir 1970lere, sonra tatlı bir İngiliz komedisine, oradan 1930larda iki müzisyen ve iki aşığın hikayesine, onlardan da iki farklı gelecek bilim kurgusuna başarıyla gidip geliyorsunuz.
Bir anlamda altı filmi harükulade şekilde tek filmde harmanlıyor Bulut Atlası. Makyajlar, bazı bariz hatalar dışında oldukça başarılı. Kostümler filmi izlemeyi daha keyifli hale getiriyor.

Oyuncuların altı hikayede farklı kişileri oynuyor olmaları beni pek eğlendirdi. Tom Hanks'in bende kredisi zaten çok, onun olduğu fimler bende iyi izlenim bırakıyor. Tabii ki özünde Tom Hanks olduğunu anlıyorsunuz karakterlerinin ama izlemesi pek keyifli. Jim Broadbent çok afacan ve başarılı. Rol kabiliyeti sınırlı Hugh Grant bile bir şekilde iyi gitmiş. Bir tek Susan Sarandon'u filmin bütününe pek sokuşturamadım, gözlerime yabancı kaldı.

Özünde, reenkarnasyon veya zaman döngüsü vardır diyor Wachowski kardeşler ve yazar David Mitchell. Herkesin bir rolü var, kimi şarlatan, kimi yaratıcı zekaya sahip, kimi savaşçı, kimi sömürgeci ve bunlar zamanlar içinde pek de değişmiyor. Değişim geçiren tek karakter Tom Hanks'in Zachary'si oluyor, bu da izlemeye değer.

Nihilist bir yaklaşımla, benim de pek çok kereler düşündüğüm "hayatlarımız aslında bizim değil" savını öne sürüyorlar ki, bunu düşünmek pek sevimli değil. Özellikle Somni 451'in hikayesinde bunu ve Matrix'in izlerini açıkça görüyoruz. Büyük firmaların yaşamamızı istediği gibi yaşıyoruz ve yapmamızı istediklerini yapıyoruz, karşı gelenler veya uyananlar da yok edilmeye çalışılıyor diyor hikaye de.

Bu nihilizme filmin sonundaki saf aşk ve geleceğe dair ümit serpintileri sünger çekiyor. Bunu da neyse ki tadında yapmışlar da didaktik bir şekilde göze batmıyor.

Bir de filmle ilgili yorumları okudum, onlara gelelim. Ben herkesin çok beğeneceğini beklerken baktım ki ahaliye ağır gelmiş Bulut Atlası. Çoğunluk filmin uzunluğundan, verdiği mesajların çokluğundan, hikayeler arası  bağlantıyı kaçırmaktan, özetle karışıklıktan şikayet ediyor.

Ben de "hadi ama millet, biraz çalıştıralım paslanmış beyinlerimizi, o kadar da zor bir yanı yok" diyorum. Görsellik, düşünce, tarih ve felsefe ile ince ince işlenmiş bir film, gereksiz bir sahne göremedim. Ve tekrar ekliyorum, son zamanlarda izlediğim en iyi filmdi. Mutlaka görünüz, izleyiniz, izletiniz.

- ilhamavcısı'nın notu: 10/10.