Wednesday, March 21, 2012

KADIN OLMAK, ÇOCUK BAKMAK

Bu yazımı yegane takipcim ve can dostum İrma'ya adıyorum. O şimdi Amerika'da 5 yaşındaki ve yaklaşık 2 aylık oğullarına, ben de Türkiye'de 8 aylık kızıma bakıyorum. Yazıyı yazmamın nedeniyse, eskinin azılı feministleri olarak, yıllar içerisinde yaşadığımız önlenemez değişimler :)

Bizim azılı feministliğimiz öyle koltuk altı kıllarını uzatıp illa her konuda eşit olacağız diye radikal uçlara giden bir tarzda değildi. Biz aklın ve mantığın gerektirdirdiği orta yolları bulmaya çalıştık hep. İnsanları kadın veya erkek olarak sınıflamadan, birbirinden ayırıp rakip haline getirmeden ve ite kaka zoraki roller yüklemeden önce, insan olarak görebilmeyi hedefledik.

Her erkek illa güçlü, her kadın da anaç olmak zorunda değil bizlere göre. İnsanoğlunun kategorize etme merakını bir yana bırakırsak, her dönemin altyapısı insanlara farklı meslekler, farklı hayat tarzları sunuyor. Kadınların araba kullanamaması, erkeklerin ev işi yapamaması, kadının kariyerine odaklanamaması ve birinin eve diğerinin dışarı itilmesi ne kadar mantıksızsa; kadınlara illaki öğretmenliği erkeklere de mühendislik vb. meslekleri dayatmak da o kadar saçma.

İrma'cığımın da öyle düşündüğünü varsayarak, meritokrasiye inandığımı söyleyebilirim. Yani, bir kız çocuğu pilotluk veya inşaat mühendisliği okumak istiyorsa, ilerideki meslek hayatında karşılaşması muhtemel olan amele erkekler yüzünden engellenmesi çok acı. Bir kişi bir işi hakkıyla yapabiliyorsa, bırakınız yapsın, değil mi? Bundan daha doğal bir olay yok.

İşin kötü yanı, bırakın meslek seçmeyi, ülkemde hala kızlar okula, hem de ortaokul ve liseye gidebilsin diye kampanyalar yürütülüyor. Her ne kadar kampanyalar amaçları açısından şahane olsalar da, onların varlığına sebep olan düzen ve inanışlara inanmak çok güç.

Her neyse, bizim durumumuza geri dönersek, bizler iş hayatına hırslı başlangıçlar yaptık. Büyük firmaların kazanç sağlamaları üzerine, insan hakları ve duygularını hiçe sayarak kurulmuş düzene pek alışamamış olmamızdan olsa gerek, yıllar sonra akademik dünyada karar kıldık. Amma velakin akademi dünyasına girdik diye hırsımız azaldı sanılmasın (Türkiye'de pek çok üniversitede olay budur ne yazık ki), dört elle sarıldık işlerimize.

Zaman geçti, geçti, ve çocuk sahibi olmanın kaçınılmaz olduğu dönemlerde bulduk kendimizi. Bana öyle geliyor ki, eğitimli ve kültürlü kadınlara aşılanan şey çocuk yapmaması gerektiği. Doğumdan sonra çocuğu bırakıp gitmek bir türlü, gitmeyip evde kalsan işini kaybedeceğin, kaybetmesen bile geride kalacağın neredeyse kesin gibi. Karar vermek güç, doğum yaşının 30lara çıkması da bunun bir sonucu.

Kendi adıma, bir bebek bakmanın bu kadar güç, ama bir bir o kadar da tatmin edici bir iş olduğuna dair pek fikrim yoktu. Hayatında sadece bir kez bez değiştirmiş ve neredeyse hiç çocuk bakmamış biri olarak kızımı kucağıma aldığımda yüzme bilmeden denize atılmış gibi oldum. Aileler yanımızda olmadığı ve bebeğimi yabancı bir kadına emanet etmek istemediğim için de tek başıma üstelik! İç güdüleri dinlemek ve araştırıcı olmak öğrenmeyi kolaylaştırıyor. Bir de, anne kardeşliği denilen bir durum var hakkaten, kadınlar birbirine yardımcı oluyor bu konuda.

Annelik bir kadının yaşayabileceği en nadide duygulardan. Ve bir o kadar da zor ve emek isteyen bir görev, 7/24 tetikte olmayı gerektiren. Babalar peki bu sürecin neresine düşüyor? Ne yazık ki, kendileri ne kadarına dahil olmak isterlerse o kadarına. "Doğa mı", yoksa "yetiştirilme mi" tartışmasında ben insanların daha çok yetiştirilme şekillerine göre kişiliklerinin şekillendiğine inananlardanım.

Sorun şu ki, pek çok kişi kadınların doğuştan anaç ve verici; erkeklerinse tek yönlü ve gezici olduğunu savunacaktır size. Annelik hormonu olduğu doğru. Ama hiçbir şey tek bir sebebe dayanmadığı gibi, iyi anne olmak ve tahammüllü olmak da sadece bu hormona dayanmıyor. Anne olmanın içinde bir parça da toplumsal görevler yatıyor.

Bugün evde bebeğine bakmak isteyen bir babayı kaç kişi destekler merak ediyorum. Toplumun normaline uymayan her şey gibi onu da tuhaf bir durum olarak algılar ve genelin yaptığı neyse ona çekmeye çalışırlar eminim. Yerleşik görüş kadınların evde çocuk bakması ve erkeklerin dışardan para getirmesi yönünde. Benim görüşüm de, bunun da çiftlerin tercihine bırakılması yönünde. Tabii, süt gibi telafi edilemez bir faktör var anne ve bebeğin birlikte olmasını gerektiren.

Bir de, bebekler ister anne olsun, ister baba, kendilerini koşulsuz sevecek ve bunu gösterecek birine mutlaka ihtiyaç duyuyorlar ve bu ihtiyaçları fazlasıyla karşılanmalı bence. Onların gelişimini izlemek, karakterlerine ve mutluluklarına katkıda bulunmak muhteşem bir olay.

Hamilelik ve doğum kadına bahşedilmiş doğaüstü, mucizevi bir güzellik. Bu kadar zor bir süreci başarıyla tamamlayan milyarlarca kadın varken, uykusuzluğa, kendini başka insanlara adamaya, yorulmaya sesini çıkarmayan pek çok kadın varken, kadınların bünyesinde böyle bir güç varken, yüzyıllardır itilip kakılmaları karmanın bir şakası olsa gerek :) Belki de o bebeğine baktığı dönemde güçsüz ve yardıma muhtaç kalışının getirdiği sessiz bir kabullenme.

Uzun sözün kısası, anne ve bebeğin en azından ilk bir yıllarını içli dışlı ve beraber geçirmelerinden yanayım ben de. Bir bebeğin bundan ne derece faydalanabileceğini gözlerimle görüyorum ve böyle yaptığım için de mutluyum. Ama keşke çalıştıkları firmalar bu süreleri kadınların burnundan getirmese, erkek onlara bu süreçte bakıyor diye toplum onu göklere çıkarmasa, sırf bu zamanı bir arada geçirsinler diye kadınlar evlere kapanmaya mahkum olmasa, çocuk bakmak sadece fiziksel ihtiyaçlarının karşılandığı basit bir olay gibi algılanmasa, çocukların gerçekten geleceğimiz olduğu düşünülse ve ona göre onlara yatırım yapılsa, herkes yaşadığı düzeni verilmiş bir şekilde kabul etmek yerine şöyle bir sorgulasa da neyin niye yapıldığını idrak etse, şu kadın erkek kıyas ve kavgasına akıllı bir şekilde son verilse, herkes çeşitli becerileri ve hırsları, özgürlükleri olan insanlar olduğunu hatırlasa, tek bir doğru olduğunda bu kadar ısrarcı olunmasa...

Monday, March 12, 2012

THE KING'S SPEECH (KRALIN KONUŞMASI)

Colin Firth'ü aktör olarak ve filmlerini de bir sinemasever olarak çok severim. Pride and Prejudice zamanlarından bu yana değişmeyen çizgisi, ciddiyeti ama kasıntı olmayışı, asaleti ve inceliği ile izliyorum kendisini. Gerek klasik rollerde, gerek komedide, gerek jön olarak, gerek yan rollerde hiç yanıltmadı bizleri henüz. Kralın Konuşması da işte böyle bir film ve ona hak ettiği Oscar'ı da kazandırmış durumda.

Filmi sadece Colin Firth'e indirgemeyeyim, konusu oldukça ilginç ve bana yeni bir bilgi verdiği için hoşuma gitti. Senaryo özenle yazılmış görünüyor. Yan rollerdeki iki isim çok iyi; Geoffrey Rush ve Helena Bonham Carter döktürüyorlar. Zaten İngiliz tarihini anlatan filmleri çok seviyorum, acaip keyifle izledim.

Film sayesinde edindiğim yeni bilgi şu oldu: I. Elizabeth'in tahta çıkışındaki tesadüfler serisi gibi, şu andaki kraliçe Elizabeth'in de tahta çıkışı bir talih serüveniymiş. Film Kral V. George'un ikinci oğlu George Albert ya da ailesinin onu çağırdığı şekliyle Bertie'nin hikayesini anlatıyor. Bertie kralın ikinci oğlu. Dadılarının kendisine yaptığı kötülükler ve baskıları yüzünden kekeme kalmış, geri planda olmayı seven ama aslında karakterli ve güçlü bir insan. Kekemeliğini ünlü doktorların hepsini denemiş olmasına rağmen atamıyor üstünden.

Babasının isteğiyle, o zamanlar yeni başlayan radyo yayınlarında ve katılmaları gereken diğer sosyal mecralarda konuşmalar yapması gerektikçe bu sorunu ona daha da sıkıntı vermeye başlıyor. O sırada Geoffrey Rush'ı buluyor karısı ve onun değişik ve samimi metodları sayesinde bu kötü dertten kurtuluyor, geçmişinin izlerini silerek ışıldamaya başlıyor, ve aynı zamanda kendine hayat boyu beraber olacağı bir dost edinmeye başlıyor.

İşin enteresan yönü de böylece başlamış oluyor. Babaları ölünce, Bertie'nin abisi Edward kral oluyor ama o sırada Amerika'lı bir aktristle ilişkisi olduğu ve onunla evlenmek istediği için bir süre sonra krallıktan feragat ediyor ve yerini Bertie'ye bırakıyor. Şans bu ya, Bertie'nin de iki kızı var ve ondan sonra sıra Elizabeth'e geliyor ve o kraliçe oluyor.

Filmden alınacak birkaç ders var. İlki, korkular ve baskıların kekemelik gibi fiziksel sonuçlara yol açabildiği. İkincisi asla olmaz demeden her daim hazırlıklı ve gelişmiş olmak. Sonuçta Elizabeth veya George sıra nasıl olsa bize gelmez deselerdi, tahta geldiklerinde halleri ne olurdu? Üçüncüsü de kral çocuğu dahi olsa bakıcıların/dadıların acımasız olabildikleri.

Çok beğendim filmi, tavsiye de ediyorum izlemenizi.

- ilhamavcisi'nın notu: 8/10.

Tuesday, March 6, 2012

THE THRILL OF IT ALL

Doris Day filmlerinin garip bir şekilde ferah, huzur verici bir yanı var. Renkler çok güzel, kıyafetler, dekorasyon, diyaloglar dönemin sade canlılığını yansıtıyor. Eskiden bu filmleri izlediğimde daha da çok zevk alırdım ama artık içerdiği mesajlar açısından beni daha fazla rahatsız ettiği için eskisi kadar zevk alamıyorum. 1950lerden bu yana insan hakları, kadın hakları konusundaki gelişmelerin büyüklüğü tartışılmaz. Kadınların toplum içindeki yeri, kendilerine yeterlikleri ve gelişimleri gittikçe artıyor. Hala saçma sapan cinsiyet ayrımları ve keskin roller var olsa ve bu konular dayanaksız ve bilimden uzak br şekilde tartışılıyor olsa da, bir 60 sene öncesine göre durumumuz çok daha iyi denilebilir.

Amma velakin, kadın haklarının şahlanma dönemlerinin başlarındaki Doris Day filmleri sanki bir anti-kadın hakları kampanyası yürüten seri gibi işlev görüyor. Dikkat ediyorum, her filmde boyun eğen, ödün veren, saf yerine konulan hep Doris Day'in karakteri oluyor. Bu film de hepsinden beter bence. Doris Day evli ve iki çocuk annesi tatlı bir kadın. Kocası kadın doğum doktoru, güzel bir evleri, hizmetçileri ve sakin bir yaşamları var. Doris Day karakterinin ifadesi ile "bir kadın doğum doktorunun karısı olmayı yeterli bir kariyer" olarak görüyor. Kendisini evine ve çocukların adamış bir anne.

Bir gün bir dost yemeğinde bir sabun firması sahibinin dikkatini çekiyor. O zamanlar "soap opera" denilen pembe dizilerin de başlangıcı ve ünlenmeye başladığı zamanlar. Dizilerin arasında sabun reklamları yapılıyor, ve diziler bu sabun firmalarınca finanse ediliyor. O yüzden bu dizilere "soap (sabun) opera" deniliyor. Doris Day de yıllık 80.000 dolar karşılığında bu reklamlara haftada sadece bir gün çıkma teklifi alıyor ve bu durum evde olay oluyor. Kocasını ikna etmek için "biliyorsun asla bilinçli olarak iş aramazdım ama bu avucuma geldi" diyor. İyi de bilinçli olarak iş aramanın ne sakıncası var? Sonra bu reklamlarla ünlü oluyor, ama ününü çok elegan bir sakinlikle karşılıyor. Ama kocası buna daha fazla katlanamıyor ve evi terk ediyor. Bu sırada Doris Day bir arkadaşlarına arabada trafikte zorunlu olarak doğum yaptırmak zorunda kalıyor. Kocasına gidiyor ve diyor ki "senin olağanüstü bir mesleğin var. Bana da bir doktorun karısı olmak her şeyden çok yetiyor". İşi bırakıyor ve üçüncü çocuklarını yapıyorlar.

Filmi bu mesajları yüzünden tehlikeli buluyorum işte. İyi bir anne ve eş olmak dünyanın en güzel mesleği. Ama insanın profesyonel mesleği de kendini tanımlayan ve hayatını anlamlandıran, dünyaya değişik bir açıdan katma değer sağlamasına yarayan bir araç. Hayatın devamını sağlamak için bir güç kaynağı. Bu zevki de hem kadınların hem erkeklerin doyasıya yaşamaları en büyük hakları. Eğer çalışmayacaklarsa, o zaman hep konuşulan sorunlar başlıyor işte kadınlar için. Aileler kız çocukları olsun istemiyor çünkü yaşlandıklarında kendilerine bakamayacağını düşünüyor. Ve çünkü evlendiklerinde kızlarının güçsüz bir şekilde başka bir aileye dahil olacağına inanıyor. Kız çocukların eğitimine ve kültürüne yeteri kadar yatırım yapılmıyor çünkü nasıl olsa evlenecek gözüyle bakılıyor. Kadınların hayattaki tek gayesi evlenmek oluyor ve bu amaçla güzellik konusunda takıntılı hale geliyorlar, sadece güzellikleriyle toplumda bir yer ediniyorlar ve kültürleri, karizmaları önemsenmiyor.

İşte bu yüzden, bu filmi hiç sevmedim, bir daha da izleyeceğimi sanmıyorum. Doris Day'e gelince, para için kocasının ısrarıyla pek çok film ve albüm yaptığını biliyoruz, ama ne desem bilemiyorum. Bana hala bir gülümseme ve sıcaklık veriyor ama favori aktristim mi derseniz, kesinlikle değil.

- ilhamavcısı'nın notu: 3/10.

Friday, March 2, 2012

THAT TOUCH OF MINK (SICAK ELLER)

Tamam, Doris Day'i seviyorum ama bu kadar kadın hakları karşıtı filmler topluluğu başka bir kadın oyuncunun portföyünde yok sanırım. Verdiği mesajlar kötü değil ve birçoğu benim de inandığım şeyler. Ama bunları çok klasik görüşlerin ışığında zorunluymuşçasına vermek itici bir hale getiriyor.

Doris Day iş arayan iyi kalpli, masum bir kızdır. Cary Grant de çok zengin bir işadamı. Bir gün Doris Day kırmızı ışıkta beklerken Cary Grant arabasıyla ona su sıçratıyor ve durup özür dileyemiyor. Tam da o gün iş görüşmesi olan Doris Day içinden küfürler ederek gününe devam ediyor. Cary Grant'in onu camdan görüp özür dilemek için yanına çağırmasına kadar. Sonra birbirlerinden etkileniyorlar ve günü birlikte geçiriyorlar. Ama Cary Grant rahatına düşkün bir bekar olduğu için evlenmeye niyeti yok ve Doris Day'e birlikte dünyayı gezmeyi ve takılmayı teklif ediyor. Kızımız aslında evliliğe ve bekarete inanıyor ama adamdan o kadar etkileniyor ki hayır da diyemiyor. Bermuda'ya gidiyorlar ama Cary Grant'in beklediği faaliyetler Doris Day'in utangaçlığı yüzünden bir türlü gerçekleşmiyor.

Filmi itici hale getiren nokta burada özellikle başlıyor. İstediğini alamayan Cary Grant kızımızdan uzaklaşıyor ve başka kadınlarla takılmaya devam ediyor. Doris Day onu başka bir adamla kıskandırınca da onu ne kadar sevdiğini anlıyor ve evleniyorlar, çocukları oluyor. Kızımız iş aramayı falan da unutuyor ve zengin karısı olmanın tadını çıkarmaya başlıyor. Tamam, belki dünyanın düzeni böyle diyeceksiniz ama, tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan misali bir durum var burada. Erkeklere sadece ve sadece işe odaklanmaları ve ulvi görevlerinin eve para getirmek olduğu vurgulanıyor ve öğretiliyor hep. Kadınlaraysa güzel ve bakımlı olmaları ve ne pahasına olursa olsun erkekleri ellerinde tutmaları, evliliğe zorlamaları. Oysa bu işin bir orta yolu da olmalı. Kadınlar da güzel işlerde çalışırken sevdikleri adamla evlenebilir ve çocuk sahibi olabilirler. Erkeklerse teke gibi kadın peşinde koşmaktansa ruh eşlerini bekleyebilir ve aile hayatlarına katkıda bulunabilirler. Rolleri çok keskinleştirmenin ve herkesten beklenenleri şablonlaştırmanın gereği yok değil mi? Ama belki de bu dediklerimi yapabilmek için de oldukça eğitimli ve ileri bir toplum olmak gerekiyor. Bu ütopik toplum da bizlere pek yakın olmadığı için
 belki genel geçer kurallar yüzyıllar boyunca kendini tekrar edip duruyor.

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10.