Saturday, October 15, 2022

Prenses Lea'nın Günlüğü



Kitabı bambaşka şeyler okumak ümidiyle kütüphaneden aldım ve almak istemediğim tek bilgiyi içerdiğini görerek bitirdim: Carrie Fisher ve Harrision Ford ilk Star Wars filmi sırasında yasak aşk yaşamışlar!

Carrie Fisher'ın annesi Debbie Reynolds'ı kendisinden önce, Singing in the Rain filmi ile tanımıştım. Çıtı pıtı, zarif ve yüzünden sevimlilik akan yetenekli bir kadın olarak aklımdadır. Babası Eddie Fisher ise ünlü bir şarkıcı. İki ünlü ebeveyn ile büyüyen ve İngilizler'in deyimiyle annesinden farklı bir şekilde "plain" olan, yani çarpıcı bir güzelliğe sahip olmayan Carrie'nin hayatı babası annesini Liz Taylor için terk ettiğinde değişiyor. Bir çocuğun küçükken ebeynlerinin sürekli varlığına ne kadar ihtiyaç duyduğunu fark etmeden aşklarını çocuklarının önüne koyan insanları hala anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Modern psikolojinin "siz mutlu olmazsanız çocuğunuzu mutlu edemezsiniz" veya "kaliteli zaman geçirme" kavramlarının kişisel amaca yönelik çarpık kullanıldığını düşünüyorum. Her neyse, Carrie bu olaydan sonra da artan şekilde vücudunu ve kendini beğenmeme, kendini değersiz hissetme gibi sorunlar yaşıyor. 

Kendisi öyle olmadığını söylese de, bence ünlü bir ortama doğmuş olmanın etkisi ve hazır bağlantıları ile oyunculuk yapmaya başlıyor ve Star Wars'daki Lea rolünü kapıyor. Gerisini hepimiz biliyoruz. Kimsenin çok beklentili olmadığı film patlama yapıyor ve seri milyonların kalbinde farklı bir tahta oturuyor. 

İşte bu noktada benim kitaptan beklentim filmle ilgili  ve filmin yazarın hayatına etkisi ile ilgili şeyler anlatıyor olması idi ki, bunlara hiç değinmeyen ve pek de ihtiyacım olmayan başka bilgilerle donandım. İlk film İngiltere'de 3-4 ay gibi bir sürede çekilmiş. Carrie 19, Harrison 33 yaşında ve evli imiş. Carrie Harrison'a çok aşık olmuş, hatta evliliğini bitirip kendisiyle birlikte olacağını hayal edermiş. Bazı kadınların bu başkası onu mutlu edemiyor, ben mutlaka ederim egosu, inancı, naifliği, ne derseniz bilemem, topluma çok zarar veriyor :) Bu noktada tek eşlilik ve evliliğin gerekliliği de tartışmaya açılabilir ama o başka bir konu. Harrison Ford'a ve onun özelinde tüm erkeklere diyecekse artık pek fazla sözüm yok, güvenim de yok, maalesef çok sempatim de yok. Sadece bedensel sevişmeyi ilkel buluyor ve onları da bu nedenle değeri azalmış bir şekilde algılıyor olabilirim. İstisnaları mutlaka vardır. Denk gelene mutluluk ve başarı diliyorum. 

Aldatma hikayelerini çekici bulmuyorum, anlatılma sebepleri ne olursa olsun olaydan habersiz kalmış bir kişinin suskunluğu beni rahatsız ediyor. Bir yandan da biliyorum ki toplumun her kademesinde öyle ya da böyle yaşanan bir hayat gerçeği bu olay. Ben evliliğe değer veriyorum. Birbirini sevmeye, ama içten ve koşulsuzca, değişikliklere ve zorluklara rağmen sevmeye, birbirini desteklemeye, birbirinin yoldaşı olmaya inanıyorum. Ama artık bunun da karşılıklı böyle yaşamayı kabul etmeyi istemekle mümkün olduğunu biliyorum. Evlendiğin kişiyi sevmekle birlikte, evliliği de sevmek gerekiyor. 

Nitekim, uzun sözün kısası, evlilik kurumunu seven ve İngiliz tarzı bir gelenekselcilikten (bunu da başka bir yazıda anlatayım) biraz hoşlanan biri için tatsız bir kitap oldu. Sevene, beğenene lafım olmaz tabii ki. 

- ilhamavcisi'nin notu: 4/10


Friday, December 11, 2020

KEDİM VE KENDİM

Eylül başında doğru amaçlarla yola çıkıp, yanlış sonuca vardığım bir işe giriştim. Ben 8 yaşına kadar bahçeli bir evde büyüdüm. Kendimi bu konuda oldukça şanslı sayarım. Ağaçlara tırmandım, dalından kayısı, vişne, kiraz yedim. Bahçede ve sokakta arkadaşlarımla saatlerce oynadım. Hayvan beslemek bu şanslılığa dahil değildi. Bir dönem evin bahçesinde annemin ve abimin ilgilendikleri küçük bir kümes olduğunu hatırlıyorum. Bir de abimin balıkları olduğunu. Apartmana taşındığımızda bir kez ben de civciv aldım ama ya bakması zor geldi, ya başka bir şey oldu hatırlamıyorum, kuzenime verdik. Annem başka hayvan istemezdi, neredeyse etrafımızdaki hiçbir anne istemezdi, bu da gayet mantıklı ve normaldi bence. Hayvanlardan uzak büyüdüm diyebilirim. İhtiyaç da duymadım sanırım. Benim için hayvanlar ve insanlar alemi birbirinden ayrı, iç içe geçmeyen ve karşılıklı saygı gerektiren bir konu olarak kaldı.

Deniz hayvanları çok seviyor. Neredeyse bebekliğinden beri çok seviyor. 3-4 yaşlarında veteriner olmaya karar vermişti hatta. 2 yaşındayken annemle Eminönü'ne gidip büyük bir akvaryum ve 8 balık almıştık. Yaklaşık 4 yaşındayken benim artık belim ağrıdığı için akvaryumu yıkarken, balıkları verdik. 6 yaşındayken, 1. sınıf okuma bayramından sonra ona beyaz bir muhabbet kuşu aldım. Sürpriz. Bir süre de onunla oyalandık, 6 ay kadar sonra yanına bir dişi aldık. Pamuk ve Fiyonk. Fiyonk'u ehlilleştirmediğimiz için ikisi kafeslerinde hayatlarına mutlu mesut devam ederken biz kuşlardan bir parça uzaklaştık. Sonra, 2. sınıfta daha küçük bir akvaryum ve 3 balık aldık, onlar da hala bizimleler. 

Bu arada Deniz, 4 yaşından beri babasının o zamanki bir arkadaşı nedeniyle kedilere çok düşkün. Hayatımızda hep bir kedi kavramı, kedili defterler, kedili t-shirtler, kedili kupalar, kedi resimleri, vs vs. Benden kedi istiyor, yapmam gerektiği yönünde kendimi baskılıyorum ama kafamda ben bir kedili kadın değilim, ben yapamam diyorum. En son 9 yaşına geldiğinde almaya söz vermemle konu kapanıyor.

Bu arada ben kedi almayalım diye 3. sınıfta bir de ginea pig almaya razı oldum ve sonucu fena oldu. Videolar izledik, araştırdık, oldukça yavaş ve çekingen bir hayvan iyi olur diye düşünerek her şeyini aldık. Deniz alıştırmak için bir ay uğraştı ama ısırıklar, koşmalar, kaçmalar ve kafesteki kakaların her daim etrafa saçılmasıyla birlikte Max de geldiği yere birkaç ay sonra benim kararımla döndü. 

Ben hayvan olayını kapattık diye düşünürken, 4. sınıfa başlarken Deniz tekrar kedi istedi. Aslında artık köpek istiyordu ve onu kesinlikle almayacağımı biliyordu ama kediye söz vermiştim, alabilirdik. Bu sefer ben de hazırım, evde üçüncü bir canlı olsun, Deniz'e arkadaş olsun istiyorum. Kedisi olan herkes çok mutlu, kimsenin en ufak şikayeti yok. Kediler eve ve insana huzur veriyor. Küçük yaşta hayvan sahibi olmak çocuğu mutlu ediyor, özgüven ve disiplin veriyor vs derken, gerçekten hazırım. 

Petshop'dan almak yerine arkadaşlarıma sordum. En son Bilkent kampüste 4 aylık 3 kardeş olduğunu, bir tanesinin çok uslu ve iyi huylu olduğunu öğrendik ve bakmaya gittik. Bakar bakmaz da alıp önce veterinere, sonra eve getirdik. Ben kediyi beklediğimden büyük buldum ve ısınamadım ama Deniz sevdi. Önemli olan da zaten o. 

Bundan sonrası benden dolayı 4 günlük bir travma oldu hepimiz için. Kediciği Deniz'in odasına yerleştirdik. Zaten ilk gün taşıma kafesinden çıkmadı pek, çekingen. Çıktığı zamanlardaki huzursuzluğumu anlatamam. Birdenbire bir odayı eşyalarıyla kaplayışı, kedi kumunun yapay kötü parfüm kokusu, mamanın sentetik kötü kokusu, aşısı yapıldığı için üzerinden yerlere düşecek bitler pireler, ya biz de bitlenirsek korkusu, kısırlaştırılması, yaşlanması, evde tek bırakması, yaşlanması ve diğer konular, önceden çok düşünmüş olmama rağmen topluca üzerime çöktüler. 

Netice itibariyle, Charlie, ilkini Deniz'in yatağına yaptıktan sonra tuvaletine bir günde alıştı, üçüncü günde evi keşfe çıktı. Perdeleri tırmaladı, rulo yaptığım halıları devirdi, koltukları çiğnedi ve masaya çıkıp durdu. Beni vişne suyu soda viski içmeye alıştırdı. Ve dördüncü günün sonunda Charlie ile ilişkili olan herkesten defalarca özür dilememe sebep olarak kampüse kardeşlerinin yanına geri döndü. Verirken ağladım, bir saat yanında bekledim kardeşleri tekrar kabul ediyor mu diye görmek için.    

Deniz'e bunu yaptığıma çok üzüldüm. Benim kafamda hayata dair hep bir çalışan orta sınıf aile kavramı var. Anne baba birlikte ve mutlular, öncelikleri çocukları. Aslında tabii ki sürekli mutlu değiller, çünkü hayat sürekli mutlu olunacak pembe bir balon değil. Ama mutlu olunmayan dönemlerde de sabırla birbirlerine sarılıp beklemeyi başarıyorlar. Şikayet etmeden, kapris yapmadan, acele etmeden ve çözümü her zaman dışarıda aramadan, kendilerini başkalarıyla kıyaslamadan bekliyor ve çabalıyorlar. Birbirlerine zorluklarda destek çıkıyorlar, bir ekip gibi hareket edip ailelerini koruyorlar. Çocuklar sıcak ve sevgi dolu bir yuvada büyüyor. Öğreten ve dinleyen, şefkatli ve ilgili büyükanneler, büyükbabalar var. Kuzenler, dayılar, amcalar, teyzeler, komşular, arkadaşlar birbirlerinin hayatına renk ve huzur getirmek için varlar. Evlerde kalabalık yemeklerde bir araya geliyorlar. Aklımda hep bir yemek görüntüsü var, belki dışarıda bir bahçede, belki içeride büyük bir salonda. Her yaştan her cinsiyetten kalabalık bir aile. Herkes mutfağa girip çıkıp tabaklar getiriyor, yüzler gülüyor, sohbet ediliyor. Herkes birbirini düşünüyor, pozitif davranıyor. Bir kedi bu hayalin yokluğunu telafi edebilir miydi bilemem ama evde tatlı bir kalabalık yaratacağı hayalini bozmuş olmak bana çok dokundu. Deniz'in hayal kırıklığı yaşaması zaten başlı başına üzücü. 

Kendi kendime tuttuğum başarısızlık listeme bir madde daha eklemiş olmanın üzüntüsünü yaşadım, hassas kişilik gereği de büyüttüm tabii. Değişikliğe ve yeniliklere kapalı olup yanımdakileri engelleme endişesi, sevdiğim ama yadırgadığım insanlara benzeme korkusu, bundan dolayı suçluluk, 12 sene önce 1,5 sene kadar gördüğüm kedili kötü rüyaların etkisi, acaba sevgi dolu bir insan değil miyim korkusu, liste uzadıkça uzuyor. Şu dönemin "çok mutlu olmalıyız" algısı zaman zaman beni yıpratıyor. Çok gezmek, çok güzel olmak, çok zengin olmak, hayatı sonuna kadar sömürmek, sadece bunlarla mı mutlu oluyoruz bilmiyorum. Bir kedicik bana hayat sorgusu yaşattı, zaten farkında olduğum artılarımı eksilerimi, eksiklikleri ve hayalleri tekrar masaya yatırttı ve verirken arkadaşımın "Ne ters gitti?" sorusuna verdiğim cevap gibi, "duygusal davrandım". 

Bize kediyi bulan arkadaşımla bilinçli olup olmadığını bilmediğim bir şekilde, henüz hiç konuşmadık. Bana kızmıştı, hayvan severler arasında takdir edilen bir davranış yapmadığım kesin. Deniz çok olgunluk ve anlayışla karşıladı, ona müteşekkirim. Bencillik yaparak çocuğumu üzmeyi asla istemem. Bir aile yakınımız "Bence o senin için doğru zaman ve doğru kedi değildi." dedi ve içime sular serpti. Çok yakın değil ama belki bir gün, bir kedi ya da bir köpek. Belki de Deniz büyüyüp bir tane getirir ve bu sorunu tamamen çözer ve bana söz hakkı tanımaz. Bu daha çok işime gelir sanırım :) 

Saturday, May 23, 2020

Beauty and the Beast / Güzel ve Çirkin


Tam dört yıl olmuş yazmayalı. Kafamda ne çok şey yaşadım, neler neler yazdım içimden ama klavyeye veya kağıda dökülmedi hiç. Dört yılın nasıl geçtiğini bir yandan anlamadım, bir yandan da saçlarımda kaşlarımda beyazlar, geri gelmeden kayboluveren eski heyecanlar, bir daha duyulamayacak çeşitli güven duyguları ve ağır yoldan kazanılmış gereksizce fazla bir olgunlukla birkaç adet dört yıl gibi geçti zaman. Aradaki bu zamanda neler olduğunu medeni durum değişikliği, iş durumu değişikliği ve şehir değişikliği şeklinde özetlemek yeterli olur diye düşünüyorum.


Canım Beauty and the Beast, 2017 yılına ait. Başında kendimi o ana kadar en çok kendim gibi hissettiğim, sonuna doğru kendimi ve içinde bulunduğum dünyayı tanımakta zorlandığım değişik bir yıl. Yılın başının tadı hala damağımda. Spor ve tatil yaparak geçirdiğim bir 2016 yazından sonra gelen, kendime aşırı benzeyen arkadaşlara kavuştuğum bir yıl. İşte bu beş güzel arkadaşla birlikte gittik filme, Türkiye'nin en sevdiğim alışveriş merkezi olan İstinye Park'ta. Normalde alışveriş merkezi sevmeyen ben İstinye Park'ı nasıl sevmem? Deniz'in ilk alışverişlerini, tulumlarını, yatağını, pusetini oradan aldım. İstanbul'da arabayla gitmeyi öğrendiğim ilk yer. Evin neminden sıcağından kaçıp gittiğimiz tek yer. Deniz'in scootera ilk kez bindiği, sinemaya ilk kez gittiği, ilk kez okul alışverişi yaptığı yer. Tchibo'dan lezzet ikilisi alıp kahveyi ben pastayı Deniz birlikte yediğimiz, yerken kitap okuduğumuz, oyun oynadığımız, sohbetler ettiğimiz yer. Kalabalık olmayan, bana alışveriş merkezi gibi gelmeyen ve kendimi içinde tükenmiş hissettirmeyen tek alışveriş merkezi. 

Her neyse, bizim bu arkadaş grubumla film zevkimizin de benzediği ortaya çıkınca sinemaya gitmeye
karar verdik. 38-40 yaş arası altı kadın, ilk tercihimiz Beauty and the Beast oldu :) Küçükken prenses hikayelerini, bebeklerle oynamayı ve evciliği hiç sevmezdim. Benim favorim kendi uydurduğum dedektifçilik idi. Hayata dair planlarımı engellememek için evlenmemeye kararlıydım. Şimdi dönüp bakıyorum, yine de her planın, her düşüncenin içinde aşk merakı ve ihtiyacı varmış aklımda. Ama o aşk, masallar ve romanlardaki ilahi aşk boyutunda kurulduğu için kafamda, beni sağlıklı kararlara yöneltmemiş.
Deniz'e bu prenses masallarını okurken de hep eleştirilerini yaptık, kim nasıl davransa daha iyi olurdu diye düşündük, o zamanlar kadınlar ve erkeklerin farklı bir dünya düzenine göre yaşadığını ama şimdi farklı olduğunu konuştuk. Kızıma vermek istediğim en büyük ve en önemli mesaj, kendim istemiş ama tamamen uygulayamamış olsam da; "Senin kendine ait bir yolun olsun, o yola uygun olan seninle kalır, kalamayan için asla üzülme ve senin için doğru olan yolu değiştirme." oldu ve olacak. Dolayısıyla, Disney prensesleri benim için hassas bir konu :) Severim, ama kendime göre.

Filmin benim için en cazip yönü Harry Potter'da Hermione olarak tanıdığımız Emma Watson'ın Belle'i canlandırması. Ve tabii Downton Abbey'deki hayal erkeği Dan Stevens, neden bilmiyorum bende çok fazla şefkat duygusu uyandırıyor. Bakışlarının kırılganlığından olabilir, zaten filmde de gözlerini sıklıkla görüyoruz duygu anlatımı için. Belle benim için en az bildiğim prenses hikayelerinden biri idi. 1991 yapımı animasyon filmi de hiç izlememiştim. Hatta sırf bu yazıyı yazarken bilgim olsun diye geçen hafta izledim ilk kez. Hikayeye de, orijinal filme de haksızlık ettiğimi düşündüm. 2017'deki film de zaten 1991'dakinin hemen hemen aynısı. Öncelikle, müzikalite olarak ikisi de tartışmasız çok başarılılar. Ama 2017'de şarkılara ince dokunuşlar yapılmış, daha canlılar, oyuncuların sesinden karaktere bürünmüşler ve duygu saçıyorlar. Yaklaşık iki yıldır birkaç tanesini arabada dinleyip duruyorum, özellikle Gaston ve Lefou'nunkini, Deniz artık deli oluyor :) Yönetmen Bill Condon Twilight serisini de yönetmiş. O berbat kitaplardan fena olmayan filmler çıkardığı için takdir edilebilir. Filmin sahneleri sanat eseri gibi, estetik bir bakış açısıyla, detayla hazırlanmış kostüm ve manzaralarla insana görsel ziyafet yaşatıyor. Hikaye örgüsü de kendi içinde tutarlı sayılır, sadece Güzel ve Çirkin'in birlikte daha çok zaman geçiriyor olmasını isterdim, birbirlerini sevdiklerini anlamaları için. Emma Thompson her zamanki gibi neşe ve güven saçıyor,
Ewan McGregor seksi bir Lumiere yaratmış, Ian McKellen zaten kitap gibi bir oyuncu neye dokunsa güzel oluyor. Josh Gad'in hafif eşcinsel LeFou canlandırması da filme eğlence katıyor, yorumlamasını çok beğendim. Kısacası filmin oyuncu kadrosu, senaryosu, sanat yönetmenliği, müzikleri özenle çalışılmış duygusu veriyor ve izleyici olarak insana kendini değerli hissettiriyor. Geçen üç yılda üçten fazla kez izledim. Sadece peri masallarını veya prenses hikayelerini sevdiğim için değil. Toplumuna ters düşen, kendini geliştirmeye ve kafasını çalıştırmaya çalışan bir kızın mücadelesini anlattığı için, çocuğuna sonsuz güvenen ve birey olmasına izin veren bir babanın hikayesine dokunduğu için, fiziksel güzelliğin ötesine geçen ve birbirlerini oldukları gibi sevmeyi başaran iki genç insanı gösterdiği için, sadakat, dürüstlük, dostluk, sevgi gibi kavramları yücelttiği ve bana kendimi iyi hissettirdiği, benim gibi düşünen insanlar olduğunu gösterdiği için seviyorum bu filmi.

Rahatsız olduğum bir nokta Belle'in "taşra" hayatından şikayet edip uzaklaşmak istemesi oldu. Ben 41 yaşımdayım, ilk gençliğimin tamamını beni yaşadığım yerin küçük olduğuna ve dünyaya açılmam gerektiğine inandırmaya çalışan bir medya kampanyasıyla geçirdim. Benim gibi bu kampanyaya maruz kalanlar şimdi deli gibi Türkiye'yi ve dünyayı gezmeye çalışıyorlar, başka ülkelere yerleşmeye çabalıyorlar. Gezmek en büyük hobileri. Asıl önemli olanın kafamızın küçük olduğu ve içini her türlü bilgi ve duyguyla doldurup genişletmek olduğunu ne yazık ki kavrayamamış bulunduklarını düşünüyorum. Bütün dünyayı gezip, başladığı noktadan düşünce olarak adım atmamış, değişmemiş insanlar tanıyorum. Hunhar bir tüketim yarışındayız, sahip olduğu şeyleri ve olduğu yeri beğenmeyip hep daha fazlasını istemek ama neden istediğini de bilememek davranışı beni artık yoruyor.

Diğer konu da aslında çok temelden sarsabilir filme olan sevgimi ama hala seviyorum :) Belle'in topluma aykırı gelişimci bir kız olduğunu söyledik. Yine de icat ettiği alet bir çamaşır makinesi! Yani bu ev işleri ve domestik görevler peri hikayelerinde bile kadınların üzerinden düşmüyor. Ne yaparsak yapalım önce bulaşıkları ve çamaşırları yıkamamız, çocukların bakımını sağlamamız, mutfakta harikalar yaratmamız, ya da bunları bizim kadar iyi yapacak başka kadınları işe alabilecek kadar çok para kazanacağımız işlere girmemiz gerekiyor. Ve Belle'in adı aslında Güzel! Yani mucitliği, okuma aşkı, yeni yerlere gitme isteği ve sevecenliği bir yana, en önemli özelliği herkesin başını döndürecek kadar güzel olması. Kadınların güzel olmasına dair duyulan sevda sanırım bitmeyecek ve acaip şekillerde kendini göstermeye devam edecek. Günümüz için bana göre kendini Kaptan Spock kaşlı, hava yastığı dudaklı, dipleri siyah altları sarı saçlı, kocaman popoları sallamaya meraklı, burnu yapılı, çenesi törpülü hepsi birbirine benzeyen ve güzel olmaya çalışan ama aslında normal hallerinin de güzel olduğunun farkına varamayan kadınlarla gösteriyor. Nihayetinde Belle de hayallerine ve mutluluğa, mesela gidip başka bir yerde öğretmenlik yaparak falan değil, evlenerek kavuşuyor. Alt mesajlar o açıdan tehlikeli. Mutluluğunu başka bir insanın sevgisine bağlamak insanın kendine yapabileceği kötülüklerden önemli bir tanesi.

Gelelim filmin orijinal hikayesine. 1740 yılında Fransız bir kadın tarafından (Villeneuve versiyonu deniliyor) yazılmış. Bir kadın tarafından yazıldığı belli çünkü hikayedeki kadın karakterin derinliği var. Babası öldüğü için annesi savaşlara giden ve kötü bir periye emanet edilen prens, kendisini baştan çıkarmaya çalışan periye yüz vermediği için canavarımsı bir yaratığa dönüştürülerek lanetleniyor. Filmdeki bencillik ve yüzeysellik nedeniyle lanetlenmeyi daha çok sevdim. Orijinal hikayede Çirkin lanetten dolayı zekasının önemli bir kısmını da kaybetmiş durumda, bu da benim kafamda Belle'in onu sevmesini güçleştiriyor. Çünkü fiziksel çekim çoğunluk için bir ilişkinin başlama sebebi. Onun yokluğunda insanların zekalarının veya benzer düşünce yapılarının birbirini çekmesi daha inandırıcı geliyor. Orijinali için hikaye yazdım ama aslında yaklaşık 100 sayfalık bir roman olarak yetişkinlere yönelik yazılmış.  Yıllar sonra Beaumont adlı bir kadın yazar hikayeyi tekrar yazıyor ve bizim bildiğimiz formuna daha yakın hale getiriyor. Bu versiyon da özellikle İngiliz kızların evliliğe hazırlanmasına yönelik bir ahlaki eser olarak ün kazanıyor. Özellikle de bizim görücü usulü dediğimiz ayarlanmış evliliklerin zihinde kolaylaştırılması için kullanılmış. Aslında hikayenin 4000 yıl öncesine varan çeşitli efsane/mit/hikayelerden ilham aldığını söyleyen kaynaklar da mevcut.

Sonuç olarak, içinin bütün güzelliğine, iyi niyetine, bize duyduğu koşulsuz sevgisine karşın inanılmaz derecede çirkin birini sevebilir miyiz? Sevebileceğimize inanmayı çok isterim ama tarih ve benim kendi kişisel tarihimdeki gözlemlerim buna hayır diyor. Sadece fiziksel güzelliğe dayalı kararları bayağı buluyorum. Onur, gurur, ekip ruhu, sadakat, güçlükleri birlikte aşmak, iki iken bir olmak ve bedenlerden ziyade ruhların birleşmesi fikri bana hala çok güzel geliyor. Bir yandan da kendimi fazla naif ve romantik buluyorum bu düşünceden dolayı. Dünya pek böyle yürümüyor keza. Hayatının bir döneminde az ya da çok, ruhunu ezmiş bir acı yaşayan insanların böyle hissettiğini düşünüyorum, Beast'in bakışlarındaki hüzündeki gibi geçmişe ait bir hayal kırıklığı, pişmanlık, geleceğe dair bir ümit ve öğrenilmiş sorumluluk gördüğünüz an karşınızda, kaçırmayın derim :) İyi seyirler.

- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.




Wednesday, December 7, 2016

Bize Hakim Kültür ve Bodrum Hakimi

Geçtiğimiz haftalarda Ankara'dan İstanbul'a dönerken yolda Bodrum Hakimi'ni izledim. Çocukluğu ve gençliğinin ilk dönemleri her türlü Yeşilçam filmi ve Amerikan dizisini izleyerek geçen biri olarak, o zamanlar Bodrum Hakimi'ni çok da sevmediğimi itiraf edebilirim. Çünkü ben bana yarattığı sahte dünyalar için o filmleri ve dizileri izliyordum, Bodrum Hakimi gerçeğe daha yakın, sonu mutlu bitmeyen bir filmdi.

Sadece film olarak bakarsam senaryoda hatalar bulmak mümkün, ama Türkan Şoray'ın yönetmenliğini hep sevmişimdir, verdiği duyguyu kendime yakın bulurum. Film de, sarsıcı bir aşk hikayesi olmasının yanı sıra toplumumuzun yapısını gerçekçi bir şekilde ortaya koyması açısından da başarılı. Birkaç sene öncesine kadar şöyle naif bir inancım vardı; bizlerin çocukluğundan (yani 80lerden itibaren) beri iyi ve kötü, doğru ve yanlış üzerine o kadar çok yazılıp çizildi, ülkemizle ilgili gelişmesi gereken şeyler öyle çok vurgulandı ki, artık aynı hataları tekrarlamaz, millet olarak el ele ilerleriz. Ne yazık ki pek ilerliyor gibi görünmüyoruz, pek birbirimizi kabul eder ve barış içinde yaşar gibi de görünmüyoruz. Benim o inançla çocukken Bodrum Hakimi'nde izleyip de artık görmeyiz bunları dediğim konuları hala yaşıyoruz.

Mesela, bilen bilir, filmde Kadir İnanır bölgeye hakim çok zengin bir ailenin yakışıklı oğlu Ömer. Kimseye aldırmadan, havalı bir şekilde yaşıyor, Bodrum ayaklarının altında. Bu arada Kadir İnanır gerçekten yakışıklı ve başarılı bir oyuncu, özellikle Türkan Şoray'la birlikte rol aldıkları filmlerde. Şahin bakışlı mafya filmlerini ve maço tavırlarını hiçbir zaman sevmedim. Neyse, bu aile yöre topraklarının çoğuna sahip, yerel halk onların tebası gibi konumlanmış ve devletin gölünü dahi kendi arsasının içinde diye çitle çevirip sahiplenmişler.

Türkan Şoray genç bir hakim. Güzel ve naif, ama duruşma salonuna girdiğinde işini bilen ve dediğim dedik bir hakim. Bu ailenin konumundan rahatsız, halkınsa kendi haklarını yeterince savunmadığını düşünüyor. Bir gün, Ömer Bey'in yardım ettiği halk hallerinden pek memnun olunca onlara "Sizden kazandıklarına göre az bile yaptıkları." diyor, halkın cevabıysa "Başkaları onu da yapmıyor ya hakim hanım.". Bunun üzerine hakimin cevabıysa bence bizim geçmişimiz, şimdimiz ve geleceğimizi anlatıyor, "Sizi sevindirmek pek kolay, pek ucuz." Ne yazık ki öyle, ama neden?

Biz ve bize benzer kültürler iyiyi ve kötüyü dışarıdaki daha büyük bir güçten beklediği, kader sorumluluğunu eline almaya korktuğu veya üşendiği için, ve dayandığı gücün isteklerine razı olmak zorunda kaldığı için bence. O yüzden asık suratıyla karizma kuran, tatlı sert baba figürü, para babaları, ağalar, maço ve sözde koruyucu erkekler bizim kültürümüzde hala önemli. Bireysel değil, toplulukçu bir millet olduğumuz için de grup içi normlarımız, baskı ve kurallarımız daha fazla. Kadınlar için bu kuralların neler olduğunu pek çoğumuz biliyoruz. Kadınlar topluluk içinde güç sahibi kabul edilmediği için, güç sahibi olan kişiye tabii hareket etmeleri gerekiyor çoğunlukla. Bu filmdeki hakim gibi normların dışında olan kadınlar içinse hayat biraz daha zor. Ve ne yazık ki biz ve bize benzer toplumlarda kurallar herkes için standart olan hukuk tarafından değil, güç kaynaklarının istekleri veya çıkarları doğrultusunda belirleniyor.

Ömer Bey de kendisine güç bahşedilmiş ama bunu sindirememiş pek çok insan gibi fütursuz, şuursuz ve küstah. Bodrum hakimine aşık oluyor, ama kadına aşkını sabah evini basıp zorla kolundan sürükleyerek, kaçırarak itiraf eden bir adam. Adam bunu yaparken ve kadın beni bırak diye bağırırken ses çıkarmayan, izleyen insanlar. Ve en kötüsü de, kasabanın en güçlü isimlerinden biri olan kadının, sırf insanlar bunu gördü diye ölmek istiyorum demesi. Hakimliğinden, zekasından ve başarısından öte, içinde bulunduğu toplum için önemli olan, o toplumun ona biçtiği namus rolü çünkü. Onu yerine getirmezse barınamayacağını biliyor.

Sonrasında evlenmeye karar veriyorlar, olabilir. Filmin senesi 1976, kimse evlenmek için senelerce birlikte olmuyor, hızlı aşık olunuyor, hızlı evleniliyor. Pek çok çift için düğünden önce birbirini görmek bile lüks. En büyük sürprizse, Ömer'in tanışmadan önce cinayet işlemiş olması ve bunu başkasına yıkması. Hakim hanım bunu öğrenince meslek etiği ağır basıyor ve sevgilisini mahkum ediyor. Ömer'in cinayeti, başkasını kendi yerine geçirmesi sanırım az rastlanılan bir olay değil. Sonuç itibariyle film kanunsuzluğun, eşitsizliğin romantizmi. Benim için de toplumsal yapımızın bir kısmını gösteriyor olması açısından üzücü.

Bir başka sürpriz ise, 1951 yılında gerçek Bodrum hakimi Mefaret Hanım'ın intiharı. Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerinden biri olan Mefaret Hanım işinde başarılı, bakımlı, kültürlü bir kadın. 45 yaşında, nişanlısının ölümünden birkaç ay sonra intihar ediyor. Bu konuda çeşitli söylentiler var, biri üzüntüsünden yaşamına son vermesi, diğeri idama mahkum ettiği bir suçlunun ağabeyinin onu kaçırarak tecavüz etmesi yüzünden intihar etmesi, diğeri de Bodrum savcısına duyduğu aşk yüzünden hayatını sonlandırması. Düşününce, ilk ikisi en muhtemel sebepler gibi görünüyor. Mefaret Hanım'ın hayatını okurken dikkatimi en çok çeken husus, her sitede kendisinden 'erkek gibi ata binerdi' diye bahsedilmesi oldu.

Doğum sancısı bir çok erkeğin başa çıkabileceğinden daha büyük bir acı bir kere başlı başına. Dünyanın pek çok yerinde kadınlar ata biniyor, bir kadının ata binmemesi için bir sebep yok ve fırsat verilen insan pek çok işi başarıyla yapar diye düşündüm. Amerika'ya, Avrupa'ya gidip kadın otobüs şöförlerini, inşaat işçilerini görüp yadırgamıyoruz da, neden kendi kadınlarımızda bu gücü görmüyoruz hala aklım alamıyor.

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10. 

Kadınlığın Prestij Savaşı: Da Vinci Şifresi


Çoğu kadının aşağı yukarı 30lu yaşlarında keşfettiği, kimsenin pek açık açık paylaşmadığı ve keşke daha önce bilseydim dediği birkaç önemli bilgi vardır. Erkeklerin büyük çoğunluğu bencildir, yetiştiriliş veya genetik olarak, farkında olsalar da olmasalar da benciller. Bence bu durum geniş oranda yetiştiriliş ve toplumsal koşullardan kaynaklanıyor. Neticede erkekler gücü severler ve sizi ezmeye meyillidirler. Zayıfsanız fiziksel olarak ezerler, aşka inanıyorsanız psikolojik olarak ezerler, bağımlı hale gelirsiniz, işsiz ve parasızsanız finansal olarak ezerler, çirkinseniz aşağılık kompleksi yaratırlar, bazen de hepsini veya bir kaçını bir arada yaparlar. İkili ilişkilerde bireysel olarak, ve erkek dişi bütünlüğünde grup olarak sizi ezerler ve hakim güçlerini korumak isterler.


Kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan, türünün ve ebedi hayatin devamı için birbirine muhtaç olan, birbirini mutlu etmek ve desteklemek için yaratılan varliklar olduğuna inanan bir insanım. Benim gibi düşünenler var, bazı ülkelerde daha çok, bazılarında daha az. Önümüzde bizden önce yaşayan milyonlarca insanın oluşturduğu ve müthiş dersler çıkarılacak muazzam bir dünya tarihi var, bilimde hızla ilerliyoruz, Mars’a yerleşmeye başlayacağız, ama hala her yerde kadın ve erkeğin eşitliği ve kadının toplumdaki yeri ve değeri tartışılıyor. Erkek çocuklar hala birçok aile için daha kıymetli. Kız çocuğu olacağını öğrenen aileler az ya da çok üzülüyor. Erkeklerin toplumda sesini çıkaran, mücadeleci, rekabetçi ve hırslı insanlar olması hoş karşılanıyor, hatta bekleniyor. Kadınlara düşense sevecen olmak, alttan almak, kutsal anne figürünü devam ettirmek ve sessiz sedasız kabullenici olup, arka planda kalarak destekleyici bir mevcudiyeti sürdürmek. Ve tabii ki güzel olmak. Güzel olmak kadınlıkla eş anlamlı kabul ediliyor ve bu da kadınların omuzlarına binen en ağır yüklerden birini oluşturuyor.

Kadınların sadece erkekleri mutlu etmek için yaratıldığına inananlar hariç, herkes bir bütünün iki yarısı olan kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin farkında. Ama her nasılsa kimse bunun hakkında yapıcı biçimde konuşmuyor. Yüzyılların oluşturduğu düzeni değiştirmek kolay değil. Bu iş feministlerle veya arada bir düzenlenen kampanyalarla olmuyor, çünkü bunlar da düzendeki bozukluğu kabul edici anlam taşıyor ve sorunun köküne inmede başarılı olamıyorlar. Ayrıca her zaman doğruyu ve doğru şekilde savunduklarını da iddia edemem. Modern feminizmin kadınlara sağladığı hakların yanı sıra yüklediği yükler de göz önünde. Modern dünyada özgürlüğün bedeli daha çok çalışıp, ideale yaklaşmaya çalışmak gibi.

İnsanoğlunun özünde vahşi bir etobur hayvan olduğunu göz önüne alarak, kendi içimizde bile barış ve hoşgörü sağlayamamış olmamız çok şaşırtıcı gelmiyor.  Tarih sürekli kendini tekerrür ediyor ve savaşlar, kıtlıklar, kirlilik, düzensizlik çok değişmiyor.

Da Vinci Şifresi bu konulara kadının lehine çok güzel değinen bir kitap. Dan Brown belli ki Hristiyanlığı, pagan dinleri, sembolleri iyi çalışmış bir yazar. Kurgu kabiliyeti de oldukça yüksek. Hristiyanlığın resmiyet kazanması ile o zamana kadar toplumda daha güçlü konuma sahip kadınların güçlerini kaybetmeleri amacıyla şeytan, kötü ve cadılaştırıldığını, 400 yılda neredeyse yarım milyon kadının yakıldığını etkileyici bir biçimde anlatıyor. Bilgili, güçlü, toplum içinde bir şekilde saygınlığı veya gücü olan kadınlar sistemli bir biçimde katlediliyor. Kadın erkeğin yoldaşı konumundan günahkar, zayıf ve güvenilmez bir konuma düşüyor. Hala da prestijini kurtarabilmiş değil. 400 yıl sürmüş ve üzerinde çok iyi çalışılmış bir propagandayı bir gecede kafalardan silip atmak mümkün değil. Hala büyük küçük her toplumda bir şekilde öne çıkan, çıkmaya çalışan kadınlara şüphe ve antipatiyle yaklaşmıyor muyuz? Sanırım kadınlar için en kabul gören güç türü yaşlanmış bir annenin kendi çocuklarına ve etrafındakilere anaç bir şekilde uyguladığı otorite. Bir diğer güç kaynağı da daha önce bahsettiğim güzellik kaynaklı güç. Bunun kullanımı bence erkeklerin çarpık cinsel fikirlerinden kaynaklanıyor ve kadın bedenine yapılan haksızlıkları da içinde barındırıyor. Her an tersine dönebilecek ve zeminsiz bir güç kaynağı. Ekonomik, politik, akademik güç örneklerine rastlanılan, ama örneklerinin hala sıradışı kabul edildiği türlerden.

Kitap, İncil’de bahsedilen ve hepimizin fahişe olarak bildiği Magdalenalı Maria’nın aslında soylu bir aileden geldiğini, İsa’nın eşi olduğunu, İsa çarmıha gerilirken de kilisesini ona devrettiğini iddia ediyor. Herkesin çılgınca aradığı Kutsal Kase’nin İsa ve Maria’nın günümüze kadar ulaşan soyu olduğunu söylüyor. Sonuna kadar heyecanlı bir şekilde Kase’nin bulunmasını bekliyorsunuz, aldığınız bilgilere şaşırıyor ve “Bak bazı şeyler kafamda oturmaya başladı” diyorsunuz. Ama sonu hayal kırıklığı yaratıyor, çünkü Kase’yi ve onunla ilgili bilgileri korumakla görevli tarikatın bu bilgileri aslında hiç açıklamamaya karar verdiklerini öğreniyorsunuz.

Sayfa sayfa kadınları yüceltir ve bugünkü pozisyonlarının haksız kaynaklarını beyninize kazırken, sonunda boşverin her şey olduğu gibi kalsın mesajı veriyor. Çünkü mevcut bilgiyi yıkmak çok zor ve dünya buna henüz hazır değil, görünüşe göre hazır da olmayacak.

Yani, kız çocukları aşkın ulvi bir his olduğuna ve aşkı bulma ve koruma görevinin kendilerine düştüğüne inanarak büyüyecek. Erkek çocuklar savaşçı ve istilacı olmayı öğrenerek büyüyecek. Kadınlar birey olarak gerçek kimliğini bulmakta zorlanacak. Evle ve çocukla ilgili sorumlulukların çoğunu taşırken bir yandan da kariyer oluşturmaya çalışacak. Ya da gerekli eğitimi alması sağlanmadığı ve özgürlüğü başkasının ellerinde olduğu için çalışamayacak. Erkeklerin çoğu aile hayatını sıkıcı bulacak, tek odağı işi olacak ve yapabildiği kadar kaçacak, uzaklaşacak, spermlerini olabildiğince yayma içgüdüsüyle donatıldıklarını söyleyerek mümkün olan en çok sayıda kadınla birlikte olacak. Bir bütün olarak hareket etmeyi öğrenemeyeceğiz. Doğadaki her olay gibi bunun da tabii ki istisnaları var. Sorumsuz ve bencil kadınlar, şefkatli ve vicdanlı erkekler tabii ki var. Hatta ekonomik gücünün artışıyla benzer ezici tavırlar sergileyen kadınların sayısı oldukça fazla günümüzde. Bu da sorunun temelini cinsiyetten çok, hayatın devamını sağlamaya yönelik ekonomik gücü elinde tutmaya kaydırıyor, o da başka bir konu. Ama neticede, daha barışçıl, ilerleyen, kaynakların dağılımında adalete yönelen, ahenkli bir dünya kuramıyoruz. Erkek ve kadın olmaktan çok, insan olarak doğamızda böyle bir düzen yok belki. Birbirimizi kabul edemiyoruz, hırslarımızdan kurtulamıyoruz.

Kadınların hak ettiği yere yakın zamanda gelebileceğine ben de ne yazık ki inanmıyorum. Erkeklerin egemenlik kurduğu bir dünyanın varlığının yanı sıra, kadınlar da bu dünyada kendi aralarında uyum ve barış sağlayamadığı için ve kendilerine verilen rolleri aşamadıkları için biraz da.

Gelelim filme. Tom Hanks’i sebebini bilmediğim bir şekilde çok severim, her filmi üzerinde detayla çalışılmış, iyi yapılmış gelir bana. Sanırım çok güven veren bir yüzü var ve bu güven insana huzur veriyor. İzlemekten keyif aldığım oyunculardan biri. Sophie rolüne ne yazık ki Audrey Tatau çok gitmemiş, kitaptaki kızıl saçlı yeşil gözlü Sophie en iyi Marion Caottilard olurdu bence. Duyguları biraz donuk, Tom Hanks’le uyumu ise az gibi geldi. Kitaptan uyarlanan pek çok film gibi, bu  da kitabın tadını vermiyor. İnsanın kendi hayal gücü daha renkli ve daha geniş kalıyor filme göre. Tabii ki ufak tefek değişiklikler var akışta. Filmin son sahnesi kitabın son bölümünden daha iyi anlatılmış diye düşündüm.

Genel olarak aklımda kalan sorularsa, Maria’nın ve kadınların koruyuculuğunu yüzyıllardır çoğunlukla erkeklerin yapıyor oluşu. Yine kadınlar kendilerini koruyacak kaynaklar ve güçten yoksunlar. Gerçeği öğrenmek istemeyen Sophie gibi, kadınlar da bir türlü elde edemedikleri gücün peşinde de değiller. Belki de erkeklerin kurduğu savaş düzeninde kendilerine sessiz roller bulmaktan memnunlar. Film de kitap da başta Hristiyanlığa eleştiri ile sarsıcı temeller atarken, sonda inanç iyidir ve bizi hayata bağlar diye yön değiştiriyor. Hatta Dan Brown’un kiliseyi modernleştirme misyonuyla görevli bir üst düzey olduğunu bile düşünmeye başladım.

Her şeye karşın, sizi bu kadar düşündüren bir eser iyidir diye düşünüyorum. İçinde akademisyenler, üniversiteler, kütüphaneler, müzeler, şaşırtıcı bilgiler ve Londra olan şeyleri seviyorum. Kadınlar olarak bize düşen kendimizi bilgi ve güçle donatarak aşırı duygusallığa kapılmadan güçlü durmaya çalışmak ve olabildiğince bilge olmak diye düşünüyorum. Erkek veya kadın tüm bireyler bir dişinin karnında hayat buluyor, bu bile tek başına olağanüstü bir değer. Herkese esenlikler.

- ilhamavcisi'nin notu 6/10. 

Friday, January 11, 2013

Jack Reacher

Tuhaf bir dine aşırı bağlılığım nedeniyle gözden düşmüş başarılı bir aktör olsa idim, yaşım da neredeyse 50ye dayanmış olsa idi, aşırı kendime güvenim ve sözlerim insanlarda antipati yaratmış olsa idi ve ben kendimi düze çıkarmaya uğraşıyor olsa idim, oynamak isteyeceğim filmlerden biri kesinlikle Jack Reacher olurdu!

Tom Cruise Nicole Kidman ile ayrıldığından bu yana yükselmek yerine ya yerinde sayıyor, ya da dibe batıyor. Daha da ilerilere gitmesi ve çok iyi filmler yapmaması için hiçbir neden yok bence. Tecrübe yetenek tamam, güzel gözler ve anlamlı bakışlar tamam, kısa boy hariç düzgün fizik tamam, ekran ışıltısı tamam. Ama Cruise'u batıran bence bir türlü gölgeleyemediği kocaman egosu.

Kendine güven güzel olmakla birlikte bir noktadan sonra itici olmaya başlıyor. Tom Cruise'u birçokları için gözden düşüren de bu.

Her neyse, Jack Reacher'ın fragmanını ilk gördüğümde hadi canım dalga mı geçiyorsunuz benimle diye düşündüm. Night and Day'den sonra abartı saçma bir ajan filmi daha yapmış diye düşündüm açıkçası. Abartılı konuşmalar, aşırı iddialı laflar, şaka gibi senaryolar, ancak ergenlerin hoşlanacağı filmler.

Amma velakin, filmi izleyince gördüm ki -evet ne yazık ki berbat bulduğum filmleri bile bazen izliyorum, öyle bir sinema sapığıyım işte :)- o kadar da kötü değilmiş. Çok iyi de değil ama!

Modern hayatın saçmalıklarından o kadar bunaldık ki insanlık olarak, son on yılda özellikle bir dolu kaçış karakteri üretiyoruz. Jack Reacher da onlardan biri. Ordudan emekli, süper hafızaya sahip, e-mail adresi, telefonu, bilgisayarı, bir sürü banka hesabı ve benzeri yerleşik düzeni olmayan ve mutluluğu bu kaçışta bulan zeki bir adam.

Karizmatik karakterlerin çoğu gibi Reacher da az konuşuyor, gereksiz yorumlar yapmıyor, analiz gücü çok yüksek, gereken yerde gerektiği gibi davranmayı biliyor ve tabii iyi dövüşüyor. Romanlarda 1.96 boyunda ve 100 kilo civarında tasvir ediliyormuş, Tom Cruise bu tanıma pek tabii ki uymuyor. Özellikle bara girdiği bir sahneye çok güldüm, içerdekilerin hepsinden daha uzundu, figüranları Hobbit köyü Shire'dan getirdiler sanırım :)

Reacher çoğu romanda düşmanını öldürüyormuş, hem de bazı durumlarda karşısında silahsız ve artık tutuklanabilecek halde olsa bile. Bu filmde de durum buydu. Ve ben bu durumdan pek hoşlanmadım açıkçası. Bu orada da kanuna inançsızlığın ve adaletin sivil ellerde uygulanmasına duyulan inancın arttığını mı gösteriyor diye düşünmeden de edemedim. Eskiden kahramanlar karşısındaki düşmanlar o an etkisizse öldürmez, ya adalete teslim eder, ya da Allah'ından bulsun diye olduğu yerde bırakırlardı. Tamam öylece bırakmak da çabayı boşa atmak gibi oluyor ve mantıklı değil bu devirde ama adalete teslim etse bari. Ben öyle düşündüm.

Filmin ana dişi karakteri Rosamund Pike'ı severim. İlk kez 2005 yapımı Pride and Prejudice'de izledim ve çok güzel buldum kendisini. Güzellik ve oyunculuk tamam ama şimdi çok yüzeysel yorumlar yapacağım, gözleri üzerinde çok çalışması ve saçlarını daha iyi taraması gerekiyor ne yazık ki.

Sonuçta film fena değil, öylesine izlenir, insana bir şey katmaz ama zaman geçirtir. Gelecekte Tom Cruise'dan daha iyi filmler görmeyi umuyorum. Öyle Mission Impossible, Jack Reacher gibi karizma ve uçucu karakterler değil, şöyle senaryosuyla ve her şeyiyle göz dolduran bir filmde izlemek istiyorum onu. Bu arada Jack Reacher romanlarını okur muyum acaba? Hiç zannetmiyorum!

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10.

Thursday, January 3, 2013

Kürk Mantolu Madonna (Sabahattin Ali)

Sabahattin Ali'yi, Oktay Sinanoğlu'nun kendi hayatını anlattığı Türk Einstein'ı kitabında okuyunca merak ettim ve de Kindle sağolsun, Kürk Mantolu Madonna'yı bulup okumaya başladım.

Hayatta pek değer vermediğimiz, merak etmediğimiz uyuşuk ve kopuk insanlar vardır. Köşelerinde sessiz sedasız yaşar ve ilgimizi hakedecek bir varlık göstermezler. Sabahattin Ali bu noktada bizden ayrılıyor ve her hayatın içinde sürprizler barındırabileceğini öne sürüyor.

Uzun bir işsizlik döneminden sonra bir tanıdığının yanında işe başlayan Rasim, aynı odayı paylaştığı Raif Bey'i acınası bir ezilmişlik içinde bulmaktadır. Kendi kaybeden görüntüsü altında bu adamı incelemeye koyulan Rasim zaman içinde Raif ile bir dostluk kurar, onun hayatını araştırmaya başlar.

Evine de gidip gelmeye başlayınca gerçekten de acınası bir hayatı olduğunu görür. Sevmediği bir karısı, ilişkisinin çok zayıf olduğu çocukları, üzerinde yük olmuş birlikte yaşadığı akrabaları, hepsi Raif Bey'i ezmekte ve yaşadığı hayatı çekilmez yapmaktadır.

Rasim bir gün iş yerinde Raif Bey'in günlüğünü bulur ve gerçekleri öğrenir. Raif Bey aslında zengin bir Adanalı'nın oğludur, Almanya'ya okumaya gitmiştir. Orada Maria Puder ile tanışır ve kendisinin güçsüz taraf olduğu bir ilişkiye girer.

Sonra evlenmeden önce kısa süreli olarak Türkiye'ye döner, Maria'dan haber alamayınca unutulduğunu zanneder, onu aramaz ve kaderine boyun eğerek orada bir kızla evlenir, babasının servetini kaybeder. Yıllar sonra Maria'dan olduğunu öğrendiği kızını bile sahiplenmeye kalkmaz.

Hikaye çok ilginç olmasa da zamanına göre çok iyi ve incelikli yazılmış. Sabahattin Ali'nin insan psikolojisini anlama ve yansıtmada çok başarılı olduğunu düşündüm.

Amma velakin, karakterlerin hiçbirini sevmedim. Rasim zaten kaybetmişliği kabullenmiş bir miskin. Raif ise ondan da beter. Kendi adına bir şey yapma, insiyatif alma veya kaderinin yönünü değiştirmeye çalışma gibi bir çabanın ufak zerreleri yok onda. Yaşadıklarını hak etmiş diyesi geliyor insanın. Sırf bu yönüyle, romanı teknik açıdan başarılı bulmuş olsam da, insanın üzerinde yarattığı sıkışmışlık, kabullenme ve eziklik duygusu yüzünden sevmedim.

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10.