Wednesday, October 31, 2012

Türk Einstein'ı: Oktay Sinanoğlu

Son birkaç senedir pek çok yerde karşıma Oktay Sinanoğlu çıkıyor. Türkçe eğitim üzerine söyledikleri ve müthiş parlak bir zeka olarak dünyada bizleri temsil ediyor oluşu ilk olarak ilgi çekiyor. Bende de bir merak uyanmıştı ki, geçenlerde elime Türk Einstein'ı: Oktay Sinanoğlu kitabı geçince üzerine atlayarak okumaya başladım tabii.

Hayat hikayelerine bayılırım, anlatılan hayat kişinin kendi ağzından aktarılmış ise daha da çok. Kitap da söyleşi şeklinde olduğu için kolay akıyor.

Oktay Sinanoğlu 1934'te İtalya'da varlıklı, kültürlü bir aileye doğuyor. Savaş yüzünden yurda dönüyorlar. Babasını erken kaybettiklerinde aileleri kalabalık olsa da pek kimse annesi, kardeşi ve kendisine sahip çıkmıyor. Annesinin çalışması sayesinde zaman zaman zorla da olsa geçinip gidiyorlar.

TED Koleji'nde burslu okumaya başlıyor. Tabii ki okulun gözde öğrencisi oluyor ve burslu olarak Amerika'ya gönderiliyor. Sonrası herkesin bildiği gibi 26 yaşında Yale'de gelen profesörlük, bir dönemim bilim adamı pop starı olarak seminer seminer, konuşma konuşma dünyayı gezmesi, erken gelen emeklilik ve Türkiye'ye dönüş.

Bende kitabı okurken ve bitirdiğimde tabii ki bir hayranlık uyandı kendisine karşı. Amma velakin ufak tefek soru işaretleri de oluşmadı değil. Şöyle ki, bir meslektaşı olarak, üniversiteden mezun olur olmaz hiç iş hayatı görmeden akademik hayata dalanlarda dünyaya karşı naif teoriklikte bir bakış olduğunu düşünürüm hep. Sanki Oktay Sinanoğlu'nda da bunu gördüm gibi. Büyük laf ettim aslında ama bana öyle geldi.

Sonra, müthiş gürünen bir alçakgönüllülüğü var ki takdir etmemek elde değil. Burada hiç yayını olmadan burnundan toz aldırmayan, asistanlarına çanta taşıtan hocaları görünce ne kadar takdir etsen az. Ama tabii bir de haklı bir kendini beğenir yanı da var ki çok normal. Benim emin olamadığım ve muhtemelen olamayacağım nokta, uluslararası politika ile ilgili sebep olduğunu, yol açtığını söylediği şeylerdeki rolünün anlattığı kadar büyük olup olmadığı.

Sonuç olarak, kişilik yönünden bakarsak çokyönlü, yaratıcı, dahiyane zeki, girişken ve insan sever ama aynı zamanda optimist hayalsever bir imaj çizdi bana. Aile babası olarak bakarsak, üç evlilik ve üç çocuğu olduğunu biliyoruz. Ama anlattığı onca yoğunluk içinde onlara zaman ayırabilmiş olduğunu zannetmiyorum. Kariyeri adına çok büyük adımlar atmış kimsenin aile hayatının muhteşem olduğunu pek zannetmiyorum, istisnaları tabii ki olabilir.

Oktay Sinanoğlu'nun hayat hikayesinin bana anımsattığı bir başka nokta da başarının rastlantısal olmadığı. Anne ve babasının da zeki insanlar olduğu muhakkak. Buradan gelen bir genetik miras var. Sonra büyürken içinde bulunduğu kültürel ve sosyal ortam da yadsınamaz değişimler yaratabilir insanda. Ağabeyleri Türkiye'nin en genç profesörleri. Daha fazla söylemeye gerek yok sanırım.

En son olarak da, rahat bir hayatı bırakıp yurda dönmesi, anadilde eğitim için gösterdiği çabayı takdir etmek gerek. Hele de Yale gibi bir ortamı ve üretkenliğini bırakıp da, ödeneksiz, eski üniversitelere gelmek, kıskanç ve verimsiz meslektaşlarla saçma muhabbetler içine girmek o yaşta cesaret ister.

Tam karar vermeden önce birkaç konuşmasını da dinlemek gerek bence. Ama en azından, son 300 yılda dünyada en genç profesör olmuş zekaya ülkece sahip olduğumuz için gurur duymak gerek diye düşünüyorum.

Not: Ceviz Kabuğu'na katıldığı programı biraz izledim. Neden bilmiyorum, sezisel olarak güvenimi bir parça zedeleyen bir şeyler var kendisinde ama ne olduğunu çözemedim. Belki milletçe bu denli başarılara alışık olmadığımız içindir, bilmiyorum.

- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.

Friday, October 5, 2012

Hancock

Baya bir arada derede kalmış ve bana sorarsanız gereksiz bir film olmuş. Süper kahraman filmi desen değil, aşk filmi desen değil, komedi de değil. Amaçta bence tüm bunların güzel bir karışımını ortaya koymayı hedefliyor ama ıskalıyor.

Will Smith hafızasını kaybetmiş, yalnız kalmış, yoğun depresyon yaşayan ve süper güçleri olan bir adam. İçki içiyor, halkı kurtarırken yaptığı masraflara aldırmıyor ve terbiye kuralları konusunda da pek dikkatli değil. Ray onu düzeltmeye çabalıyor ve başarıyor da, ama Ray'in karısı Charlize Theoron ile Hancock arasında acaip kimya keşfedilip aslında ikilinin bir çift olduğu anlaşılınca işler değişiyor.

Başlangıçta bunalımdaki bir süper kahramanın doğru yola getirilmesi gibi görünüyor film, Charlize Theoron'un da süper güçlerinin olduğunu öğrenmek hoş bir sürpriz oluyor. Sonra anlaşılıyor ki, bu ikili birlikte oldukları zaman güçlerini ve ölümsüzlüklerini kaybediyorlar, olan da hep Hancock'a oluyor. Bu yüzden Charlize Theoron çareyi ondan kaçıp uzaklaşmakta buluyor.

Tam koklaşırlarken Hancock'un hapse tıktığı adamlar geliyor ve ikisini de ölümle burun buruna getiriyor. Tam öldüler diye düşünürken biz, Hancock uzaklaşıyor bu sefer ve ikisi de güçlerine ve ölümsüzlüğe tekrar merhaba diyorlar. Charlize Theron Ray'e, Hancock da toplum tarafından kabul edilen süper kahraman olmaya geri dönüyor.

Bu film 2000lerden, hatta 90lardan önce çekilmiş olsa idi, romantizmin kutsallığı ve ilahi aşk uğruna ikili kavuşur ve birlikte ölürlerdi. Ama günümüz dünyası çıkar dünyası, herkes için kazançlı olacak çözümler bulunmaya çalışılıyor. Öyle aşk uğruna kendini feda etme gibi eylemler akıllıca bulunmuyor artık.

Bir de filmin ikincisi yapılıyormuş. Neden ama demekten kendimi alamıyorum :) Ha bir de, bunların nasıl ortaya çıktıklarını öğrenemedik bir türlü. Sadece çiftler halinde yaratıldıklarını ve ikisi hariç kimse kalmadığını biliyoruz. Hadi bakalım hayırlısı. Bence izlemeyin, illa izlerim derseniz de keyfiniz bol olsun.

- ilhamavcisi'nın notu: 5,5/10.

Tuesday, October 2, 2012

Küçük Prenses (A Little Princess)

Shirley Temple'lı Küçük Prenses filmini mutlaka izlemişsinizdir! Yumuk yanakları, bukle saçlarıyla babası tarafından yatılı okula bırakılan ve orada yaşadıklarıyla hayatı tanıyan bu küçük kızın hikayesini severek birkaç kez izlemişliğim var ben de küçük bir kızken.

Geçenlerde kitaplığımızda kitabına rastladım, bu ara çocuk edebiyatına iyice bir merak saldım ya, hemen daldım okumaya. Öncelikle yazarına dikkat çekmekte fayda var. Frances Hodgson Burnett ilk bakışta isimden kaynaklı erkek zannetiğim ama kadın olduğunu keşfedince sevindiğim yazarlardan biri. Secret Garden da ona aitmiş, bu da ayrı bir hikaye, okunup izlenip yazılmayı hak ediyor.

Küçük Prenses ne anlatıyor peki?

 Malum İngilizler Hindistan'ı istila ettikten sonra pek çok asker de oraya göreve gitmiş. Küçük Sarah'nın babası Yüzbaşı Crewe de bu askerlerden biri. Sarah çok küçükken annesi ölüyor, kızına bakmak tek başına kalan yakışıklı, maceracı, sevecen, esprili, iyi yürekli ve sevgi dolu yüzbaşı Crewe'ye düşüyor.

İkisinin birlikte muhteşem bir kimyaları var. Birlikte oynuyor, okuyor, eğleniyor ve hayatın tadını çıkarıyorlar. Amma velakin, sıra okul zamanına gelince işler karışıyor. Hindistan'da yeterince iyi bir okul yok, Sarah da oradaki diğer çocuklar gibi zamanı gelince İngiltere'ye yatılı okula gidiyor.

Okulun en şaşalı odası ve kıyafetleri onun oluyor. Kendisi için deliler gibi para harcandığından, okul müdürü Miss Minchin de onu favori öğrencisi yapmakta sakınca görmüyor. Ta ki, babasının ortağı olduğu elmas madenlerinin battığı ve kendisinin de üzüntüden öldüğü haberi gelene kadar.

Kader bir gün öyle bir gün böyle misali, doğumgününde büyük bir parti veren ve tam hediyelerini açmak üzere olan Sarah, okul müdiresinden kötü haberi alıyor. Küçük bir asker gibi acısına direnmeye çalışırken bir de parasız ve evsiz kaldığını öğreniyor. Miss Minchin ona lütfen bakacağını ama bunun için büyük minnetler içinde olması gerektiğini ve yapacağı çok işler olduğunu söyleyince tam olarak dibe batmış oluyor.

Güzel odasından tavanarasında küçük bir odaya transfer oluyor. Okulun ayak işlerine koşuluyor ve küçük sınıflara Fransızca dersi vermeye başlıyor. Günler getikçe işler artmaya, girdiği dersler ve diğer öğrencilerle birlikte katıldığı yemekler ve muhabbetler azalmaya başlıyor. Sudan sebeplerle yemekleri  verilmiyor, elbiseleri küçülüyor ama kimse ona yeni bir elbise alma zahmetine girmiyor. Sebepsizce azarlanıyor, dalga geçiliyor, odasında üşüyor ve çoğunlukla aç yatmak zorunda kalıyor.

Kitabın sevdiğim yanı şu, Sarah bütün bu ters gidişat içinde bile inandıklarından vazgeçmiyor, içindeki sesi daha da güçlendirerek kendini ezmiyor ve içinde bulunduğu her an ve ortamın keyfini çıkarmaya, faydasını bulmaya çalışıyor. Sonuçta da bu tutumunun mükafatını alıyor ve bana dedirtiyor ki, farklı olan farkını her ortamda zaten gösteriyor.

Kendi payıma ben, yapmak istemediğim ve kendimi içinde tanımlayamadığım pek çok işi ve kendime acıdığım onca zamanı düşündüm Sarah soğuk yollarda getir götür yapıp da ayakkabıları eskir, giysileri küçülür ve aynada artık tanıyamadığı yorgun yüzüne bakarken. Keşke daha dirayetli ve inatla başı dik davransamıydım diye de düşünmeden edemedim. Ama zamanımız rekabet ve zorluk zamanı. Biraz burun sürtmeden bir şeyler elde etmek zor gibi görünüyor.

Her neyse, kitabın sonu bir parça süslü olmuş ama onu da bir çocuk kitabı olduğu için olduğu gibi kabul etmek gerek. Sonunda Sarah dört yıllık eziyetten sonra olgunlaşmış ve yıpranmış bir genç kız olarak hayatına devam ediyor. Yan binaya taşınan hasta ve inanılmaz zengin adamın aslında babasını elmas madeni işine sokan arkadaşı olduğu anlaşılıyor. Ve yine kader bu ki, bu adam yıllardır Sarah'yı aramasına rağmen, burnunun dibindeki kızcağızı ancak dört yıl sonra bulabiliyor.

Film versiyonunda Sarah sonunda babasını buluyordu, aslında ölmediği anlaşılıyordu. Ben bunu hatırlayarak okuyup kitabı, sonuda babasının gelmediğini görünce pek bir üzüldüm. Bence bu kadar etkili ve eskimeyen bir kitap olmasında bunun payı var. Sonu iyi bitmesine rağmen aslında kötü bitmiş oluyor. Sarah tüm servetine kavuşmuş olsa da eski hayatına tam olarak kavuşamıyor, üstelik ezilip horlandığı bir dört sene geçiriyor boş yere.

Çocuklara hayatın pek çok yönünü, iyi insanları ve kötü insanları, iyi ve kötü olayları, güçlü bir kişilik kazanmanın ve devam ettirmenin önemini ve en güzeli de kitap sevgisini verdiği için güzel bir kitap bence, çocuklara mutlaka okutulmalı.

- ilhamavcısı'nın notu: 7/10.


.