Wednesday, December 7, 2016

Bize Hakim Kültür ve Bodrum Hakimi

Geçtiğimiz haftalarda Ankara'dan İstanbul'a dönerken yolda Bodrum Hakimi'ni izledim. Çocukluğu ve gençliğinin ilk dönemleri her türlü Yeşilçam filmi ve Amerikan dizisini izleyerek geçen biri olarak, o zamanlar Bodrum Hakimi'ni çok da sevmediğimi itiraf edebilirim. Çünkü ben bana yarattığı sahte dünyalar için o filmleri ve dizileri izliyordum, Bodrum Hakimi gerçeğe daha yakın, sonu mutlu bitmeyen bir filmdi.

Sadece film olarak bakarsam senaryoda hatalar bulmak mümkün, ama Türkan Şoray'ın yönetmenliğini hep sevmişimdir, verdiği duyguyu kendime yakın bulurum. Film de, sarsıcı bir aşk hikayesi olmasının yanı sıra toplumumuzun yapısını gerçekçi bir şekilde ortaya koyması açısından da başarılı. Birkaç sene öncesine kadar şöyle naif bir inancım vardı; bizlerin çocukluğundan (yani 80lerden itibaren) beri iyi ve kötü, doğru ve yanlış üzerine o kadar çok yazılıp çizildi, ülkemizle ilgili gelişmesi gereken şeyler öyle çok vurgulandı ki, artık aynı hataları tekrarlamaz, millet olarak el ele ilerleriz. Ne yazık ki pek ilerliyor gibi görünmüyoruz, pek birbirimizi kabul eder ve barış içinde yaşar gibi de görünmüyoruz. Benim o inançla çocukken Bodrum Hakimi'nde izleyip de artık görmeyiz bunları dediğim konuları hala yaşıyoruz.

Mesela, bilen bilir, filmde Kadir İnanır bölgeye hakim çok zengin bir ailenin yakışıklı oğlu Ömer. Kimseye aldırmadan, havalı bir şekilde yaşıyor, Bodrum ayaklarının altında. Bu arada Kadir İnanır gerçekten yakışıklı ve başarılı bir oyuncu, özellikle Türkan Şoray'la birlikte rol aldıkları filmlerde. Şahin bakışlı mafya filmlerini ve maço tavırlarını hiçbir zaman sevmedim. Neyse, bu aile yöre topraklarının çoğuna sahip, yerel halk onların tebası gibi konumlanmış ve devletin gölünü dahi kendi arsasının içinde diye çitle çevirip sahiplenmişler.

Türkan Şoray genç bir hakim. Güzel ve naif, ama duruşma salonuna girdiğinde işini bilen ve dediğim dedik bir hakim. Bu ailenin konumundan rahatsız, halkınsa kendi haklarını yeterince savunmadığını düşünüyor. Bir gün, Ömer Bey'in yardım ettiği halk hallerinden pek memnun olunca onlara "Sizden kazandıklarına göre az bile yaptıkları." diyor, halkın cevabıysa "Başkaları onu da yapmıyor ya hakim hanım.". Bunun üzerine hakimin cevabıysa bence bizim geçmişimiz, şimdimiz ve geleceğimizi anlatıyor, "Sizi sevindirmek pek kolay, pek ucuz." Ne yazık ki öyle, ama neden?

Biz ve bize benzer kültürler iyiyi ve kötüyü dışarıdaki daha büyük bir güçten beklediği, kader sorumluluğunu eline almaya korktuğu veya üşendiği için, ve dayandığı gücün isteklerine razı olmak zorunda kaldığı için bence. O yüzden asık suratıyla karizma kuran, tatlı sert baba figürü, para babaları, ağalar, maço ve sözde koruyucu erkekler bizim kültürümüzde hala önemli. Bireysel değil, toplulukçu bir millet olduğumuz için de grup içi normlarımız, baskı ve kurallarımız daha fazla. Kadınlar için bu kuralların neler olduğunu pek çoğumuz biliyoruz. Kadınlar topluluk içinde güç sahibi kabul edilmediği için, güç sahibi olan kişiye tabii hareket etmeleri gerekiyor çoğunlukla. Bu filmdeki hakim gibi normların dışında olan kadınlar içinse hayat biraz daha zor. Ve ne yazık ki biz ve bize benzer toplumlarda kurallar herkes için standart olan hukuk tarafından değil, güç kaynaklarının istekleri veya çıkarları doğrultusunda belirleniyor.

Ömer Bey de kendisine güç bahşedilmiş ama bunu sindirememiş pek çok insan gibi fütursuz, şuursuz ve küstah. Bodrum hakimine aşık oluyor, ama kadına aşkını sabah evini basıp zorla kolundan sürükleyerek, kaçırarak itiraf eden bir adam. Adam bunu yaparken ve kadın beni bırak diye bağırırken ses çıkarmayan, izleyen insanlar. Ve en kötüsü de, kasabanın en güçlü isimlerinden biri olan kadının, sırf insanlar bunu gördü diye ölmek istiyorum demesi. Hakimliğinden, zekasından ve başarısından öte, içinde bulunduğu toplum için önemli olan, o toplumun ona biçtiği namus rolü çünkü. Onu yerine getirmezse barınamayacağını biliyor.

Sonrasında evlenmeye karar veriyorlar, olabilir. Filmin senesi 1976, kimse evlenmek için senelerce birlikte olmuyor, hızlı aşık olunuyor, hızlı evleniliyor. Pek çok çift için düğünden önce birbirini görmek bile lüks. En büyük sürprizse, Ömer'in tanışmadan önce cinayet işlemiş olması ve bunu başkasına yıkması. Hakim hanım bunu öğrenince meslek etiği ağır basıyor ve sevgilisini mahkum ediyor. Ömer'in cinayeti, başkasını kendi yerine geçirmesi sanırım az rastlanılan bir olay değil. Sonuç itibariyle film kanunsuzluğun, eşitsizliğin romantizmi. Benim için de toplumsal yapımızın bir kısmını gösteriyor olması açısından üzücü.

Bir başka sürpriz ise, 1951 yılında gerçek Bodrum hakimi Mefaret Hanım'ın intiharı. Cumhuriyetin ilk kadın hakimlerinden biri olan Mefaret Hanım işinde başarılı, bakımlı, kültürlü bir kadın. 45 yaşında, nişanlısının ölümünden birkaç ay sonra intihar ediyor. Bu konuda çeşitli söylentiler var, biri üzüntüsünden yaşamına son vermesi, diğeri idama mahkum ettiği bir suçlunun ağabeyinin onu kaçırarak tecavüz etmesi yüzünden intihar etmesi, diğeri de Bodrum savcısına duyduğu aşk yüzünden hayatını sonlandırması. Düşününce, ilk ikisi en muhtemel sebepler gibi görünüyor. Mefaret Hanım'ın hayatını okurken dikkatimi en çok çeken husus, her sitede kendisinden 'erkek gibi ata binerdi' diye bahsedilmesi oldu.

Doğum sancısı bir çok erkeğin başa çıkabileceğinden daha büyük bir acı bir kere başlı başına. Dünyanın pek çok yerinde kadınlar ata biniyor, bir kadının ata binmemesi için bir sebep yok ve fırsat verilen insan pek çok işi başarıyla yapar diye düşündüm. Amerika'ya, Avrupa'ya gidip kadın otobüs şöförlerini, inşaat işçilerini görüp yadırgamıyoruz da, neden kendi kadınlarımızda bu gücü görmüyoruz hala aklım alamıyor.

- ilhamavcısı'nın notu: 5/10. 

Kadınlığın Prestij Savaşı: Da Vinci Şifresi


Çoğu kadının aşağı yukarı 30lu yaşlarında keşfettiği, kimsenin pek açık açık paylaşmadığı ve keşke daha önce bilseydim dediği birkaç önemli bilgi vardır. Erkeklerin büyük çoğunluğu bencildir, yetiştiriliş veya genetik olarak, farkında olsalar da olmasalar da benciller. Bence bu durum geniş oranda yetiştiriliş ve toplumsal koşullardan kaynaklanıyor. Neticede erkekler gücü severler ve sizi ezmeye meyillidirler. Zayıfsanız fiziksel olarak ezerler, aşka inanıyorsanız psikolojik olarak ezerler, bağımlı hale gelirsiniz, işsiz ve parasızsanız finansal olarak ezerler, çirkinseniz aşağılık kompleksi yaratırlar, bazen de hepsini veya bir kaçını bir arada yaparlar. İkili ilişkilerde bireysel olarak, ve erkek dişi bütünlüğünde grup olarak sizi ezerler ve hakim güçlerini korumak isterler.


Kadın ve erkeğin birbirini tamamlayan, türünün ve ebedi hayatin devamı için birbirine muhtaç olan, birbirini mutlu etmek ve desteklemek için yaratılan varliklar olduğuna inanan bir insanım. Benim gibi düşünenler var, bazı ülkelerde daha çok, bazılarında daha az. Önümüzde bizden önce yaşayan milyonlarca insanın oluşturduğu ve müthiş dersler çıkarılacak muazzam bir dünya tarihi var, bilimde hızla ilerliyoruz, Mars’a yerleşmeye başlayacağız, ama hala her yerde kadın ve erkeğin eşitliği ve kadının toplumdaki yeri ve değeri tartışılıyor. Erkek çocuklar hala birçok aile için daha kıymetli. Kız çocuğu olacağını öğrenen aileler az ya da çok üzülüyor. Erkeklerin toplumda sesini çıkaran, mücadeleci, rekabetçi ve hırslı insanlar olması hoş karşılanıyor, hatta bekleniyor. Kadınlara düşense sevecen olmak, alttan almak, kutsal anne figürünü devam ettirmek ve sessiz sedasız kabullenici olup, arka planda kalarak destekleyici bir mevcudiyeti sürdürmek. Ve tabii ki güzel olmak. Güzel olmak kadınlıkla eş anlamlı kabul ediliyor ve bu da kadınların omuzlarına binen en ağır yüklerden birini oluşturuyor.

Kadınların sadece erkekleri mutlu etmek için yaratıldığına inananlar hariç, herkes bir bütünün iki yarısı olan kadın ve erkek arasındaki eşitsizliğin farkında. Ama her nasılsa kimse bunun hakkında yapıcı biçimde konuşmuyor. Yüzyılların oluşturduğu düzeni değiştirmek kolay değil. Bu iş feministlerle veya arada bir düzenlenen kampanyalarla olmuyor, çünkü bunlar da düzendeki bozukluğu kabul edici anlam taşıyor ve sorunun köküne inmede başarılı olamıyorlar. Ayrıca her zaman doğruyu ve doğru şekilde savunduklarını da iddia edemem. Modern feminizmin kadınlara sağladığı hakların yanı sıra yüklediği yükler de göz önünde. Modern dünyada özgürlüğün bedeli daha çok çalışıp, ideale yaklaşmaya çalışmak gibi.

İnsanoğlunun özünde vahşi bir etobur hayvan olduğunu göz önüne alarak, kendi içimizde bile barış ve hoşgörü sağlayamamış olmamız çok şaşırtıcı gelmiyor.  Tarih sürekli kendini tekerrür ediyor ve savaşlar, kıtlıklar, kirlilik, düzensizlik çok değişmiyor.

Da Vinci Şifresi bu konulara kadının lehine çok güzel değinen bir kitap. Dan Brown belli ki Hristiyanlığı, pagan dinleri, sembolleri iyi çalışmış bir yazar. Kurgu kabiliyeti de oldukça yüksek. Hristiyanlığın resmiyet kazanması ile o zamana kadar toplumda daha güçlü konuma sahip kadınların güçlerini kaybetmeleri amacıyla şeytan, kötü ve cadılaştırıldığını, 400 yılda neredeyse yarım milyon kadının yakıldığını etkileyici bir biçimde anlatıyor. Bilgili, güçlü, toplum içinde bir şekilde saygınlığı veya gücü olan kadınlar sistemli bir biçimde katlediliyor. Kadın erkeğin yoldaşı konumundan günahkar, zayıf ve güvenilmez bir konuma düşüyor. Hala da prestijini kurtarabilmiş değil. 400 yıl sürmüş ve üzerinde çok iyi çalışılmış bir propagandayı bir gecede kafalardan silip atmak mümkün değil. Hala büyük küçük her toplumda bir şekilde öne çıkan, çıkmaya çalışan kadınlara şüphe ve antipatiyle yaklaşmıyor muyuz? Sanırım kadınlar için en kabul gören güç türü yaşlanmış bir annenin kendi çocuklarına ve etrafındakilere anaç bir şekilde uyguladığı otorite. Bir diğer güç kaynağı da daha önce bahsettiğim güzellik kaynaklı güç. Bunun kullanımı bence erkeklerin çarpık cinsel fikirlerinden kaynaklanıyor ve kadın bedenine yapılan haksızlıkları da içinde barındırıyor. Her an tersine dönebilecek ve zeminsiz bir güç kaynağı. Ekonomik, politik, akademik güç örneklerine rastlanılan, ama örneklerinin hala sıradışı kabul edildiği türlerden.

Kitap, İncil’de bahsedilen ve hepimizin fahişe olarak bildiği Magdalenalı Maria’nın aslında soylu bir aileden geldiğini, İsa’nın eşi olduğunu, İsa çarmıha gerilirken de kilisesini ona devrettiğini iddia ediyor. Herkesin çılgınca aradığı Kutsal Kase’nin İsa ve Maria’nın günümüze kadar ulaşan soyu olduğunu söylüyor. Sonuna kadar heyecanlı bir şekilde Kase’nin bulunmasını bekliyorsunuz, aldığınız bilgilere şaşırıyor ve “Bak bazı şeyler kafamda oturmaya başladı” diyorsunuz. Ama sonu hayal kırıklığı yaratıyor, çünkü Kase’yi ve onunla ilgili bilgileri korumakla görevli tarikatın bu bilgileri aslında hiç açıklamamaya karar verdiklerini öğreniyorsunuz.

Sayfa sayfa kadınları yüceltir ve bugünkü pozisyonlarının haksız kaynaklarını beyninize kazırken, sonunda boşverin her şey olduğu gibi kalsın mesajı veriyor. Çünkü mevcut bilgiyi yıkmak çok zor ve dünya buna henüz hazır değil, görünüşe göre hazır da olmayacak.

Yani, kız çocukları aşkın ulvi bir his olduğuna ve aşkı bulma ve koruma görevinin kendilerine düştüğüne inanarak büyüyecek. Erkek çocuklar savaşçı ve istilacı olmayı öğrenerek büyüyecek. Kadınlar birey olarak gerçek kimliğini bulmakta zorlanacak. Evle ve çocukla ilgili sorumlulukların çoğunu taşırken bir yandan da kariyer oluşturmaya çalışacak. Ya da gerekli eğitimi alması sağlanmadığı ve özgürlüğü başkasının ellerinde olduğu için çalışamayacak. Erkeklerin çoğu aile hayatını sıkıcı bulacak, tek odağı işi olacak ve yapabildiği kadar kaçacak, uzaklaşacak, spermlerini olabildiğince yayma içgüdüsüyle donatıldıklarını söyleyerek mümkün olan en çok sayıda kadınla birlikte olacak. Bir bütün olarak hareket etmeyi öğrenemeyeceğiz. Doğadaki her olay gibi bunun da tabii ki istisnaları var. Sorumsuz ve bencil kadınlar, şefkatli ve vicdanlı erkekler tabii ki var. Hatta ekonomik gücünün artışıyla benzer ezici tavırlar sergileyen kadınların sayısı oldukça fazla günümüzde. Bu da sorunun temelini cinsiyetten çok, hayatın devamını sağlamaya yönelik ekonomik gücü elinde tutmaya kaydırıyor, o da başka bir konu. Ama neticede, daha barışçıl, ilerleyen, kaynakların dağılımında adalete yönelen, ahenkli bir dünya kuramıyoruz. Erkek ve kadın olmaktan çok, insan olarak doğamızda böyle bir düzen yok belki. Birbirimizi kabul edemiyoruz, hırslarımızdan kurtulamıyoruz.

Kadınların hak ettiği yere yakın zamanda gelebileceğine ben de ne yazık ki inanmıyorum. Erkeklerin egemenlik kurduğu bir dünyanın varlığının yanı sıra, kadınlar da bu dünyada kendi aralarında uyum ve barış sağlayamadığı için ve kendilerine verilen rolleri aşamadıkları için biraz da.

Gelelim filme. Tom Hanks’i sebebini bilmediğim bir şekilde çok severim, her filmi üzerinde detayla çalışılmış, iyi yapılmış gelir bana. Sanırım çok güven veren bir yüzü var ve bu güven insana huzur veriyor. İzlemekten keyif aldığım oyunculardan biri. Sophie rolüne ne yazık ki Audrey Tatau çok gitmemiş, kitaptaki kızıl saçlı yeşil gözlü Sophie en iyi Marion Caottilard olurdu bence. Duyguları biraz donuk, Tom Hanks’le uyumu ise az gibi geldi. Kitaptan uyarlanan pek çok film gibi, bu  da kitabın tadını vermiyor. İnsanın kendi hayal gücü daha renkli ve daha geniş kalıyor filme göre. Tabii ki ufak tefek değişiklikler var akışta. Filmin son sahnesi kitabın son bölümünden daha iyi anlatılmış diye düşündüm.

Genel olarak aklımda kalan sorularsa, Maria’nın ve kadınların koruyuculuğunu yüzyıllardır çoğunlukla erkeklerin yapıyor oluşu. Yine kadınlar kendilerini koruyacak kaynaklar ve güçten yoksunlar. Gerçeği öğrenmek istemeyen Sophie gibi, kadınlar da bir türlü elde edemedikleri gücün peşinde de değiller. Belki de erkeklerin kurduğu savaş düzeninde kendilerine sessiz roller bulmaktan memnunlar. Film de kitap da başta Hristiyanlığa eleştiri ile sarsıcı temeller atarken, sonda inanç iyidir ve bizi hayata bağlar diye yön değiştiriyor. Hatta Dan Brown’un kiliseyi modernleştirme misyonuyla görevli bir üst düzey olduğunu bile düşünmeye başladım.

Her şeye karşın, sizi bu kadar düşündüren bir eser iyidir diye düşünüyorum. İçinde akademisyenler, üniversiteler, kütüphaneler, müzeler, şaşırtıcı bilgiler ve Londra olan şeyleri seviyorum. Kadınlar olarak bize düşen kendimizi bilgi ve güçle donatarak aşırı duygusallığa kapılmadan güçlü durmaya çalışmak ve olabildiğince bilge olmak diye düşünüyorum. Erkek veya kadın tüm bireyler bir dişinin karnında hayat buluyor, bu bile tek başına olağanüstü bir değer. Herkese esenlikler.

- ilhamavcisi'nin notu 6/10.